29 Haziran 2010 Salı

SONISPHERE 2010’A DAİR...


İstanbul semalarını üç günlüğüne esir alan metal fırtınasından arta kalanlar...

1.GÜN...
KAZANAN: RAMMSTEIN

Alman endüstriyel metal müziğinin dev ismi Rammstein, beklentilerin de üstünde bir sahne şovuyla izleyenleri mest etti. Bir bakıma İstanbul topraklarına özel olarak hazırlanmış “Light” bir sahne şovuydu aslında. Sanırım daha ileri gitmemeleri için organizasyon tarafından ya uyarıldılar ya kendi inisiyatiflerini kullandılar. Neyse. Müzik ve sözler kalitesi bakımından bir çokları tarafından eleştirilmesine karşın hem müzikal hem görsel anlamda Rammstein’in teatral şovunda neler yoktu ki... Sahneyi kaplayan dev bir Almanya bayrağı. Şişme botla yapılan stage diving (botun içinde ki grubun arıza ve şamar oğlanı Christian Flake Lorenz’dan başkası değildi). En bilinen parçalarından “Du Hast” esnasında yapılan pyro (ateş) gösterileri ki bunların arasında ışık kulesiyle sahne arasında kurulan tellerden hızla geçen fişekler de dahil. Flake’nin, grubun solisti Lindemann tarafından bir küvete konulurak yaklaşık 10 metre yükseklikten bizzat solist tarafından üzerine ateş suyu atılması.. Olay yaratan “Pussy” sırasında Lindemann’ın fallik düşüncelere sebebiyet veren köpük şovu. Sahneye fırlayan hayran görünümlü dublörün yakılma anı ve bunu gören eski sevgilimin telefon açarak sahnedeki adamın sen olmasını o kadar çok istedim ki demesi de gecemin içine hafiften etmiştir.. Ne yaptıysam artık kadına!. Çok sevdiğim “Benzin” parçasında bir benzin pompasının sahnede alevler saçması...

Neredeyse hemen her şarkıda ayrı bir gösteri. Özenle hazırlandıkları ve hiç bir masraftan kaçınmadıkları açıktı. Bizlere ise sadece ağızlarımız ve kulaklarımız beş on karış açık vaziyette olanları hayretler içerisinde izlemek düşmüştü.

RAMMSTEIN PLAY LIST
1 – Rammlied 2- Bück stabü 3- Waidmanns Heil 4- Keine Lust 5- Feuer Frei 6- Wiener Blut 7- Fruhling in Paris 8- Ich tu dir Weh 9 –Benzin 10- Links 2 3 4 10- Du Hast 11- Pussy 12- Sonne 13- Haifsch 14 – Ich Will

…Notlar…
• İlk günün bir diğer göze çarpan ve ilgi gören grubu, Alice in Chains’di. Grunge müziğin bu başarılı temsilcisinin bir trash metal festivalinde ne işi var diyenlerin yanı sıra iyi ki geldiler gördük izledik ve dinledik diyenlerde vardı. Layne Stanley’in yerini dolduran William DuWall hayranlarından geçer not aldı.
• Pentagram’ı çok istememe rağmen son dakikada çıkan işlerden dolayı kaçırdım. Pişmanım…
• Rammstein sırasında pogo olaylarına giren ergenlerin arasında kalmak ise orta yaşın eşiğindeki kendimi fazlasıyla yıprattı ama zevkliydi.
• Güvenlik kafasına göre takılıyordu. Bozuk paraları toplamak nasıl bir şey anlamış değilim. Ve tabi çakmak.. Çakmağı ve bozuk paraları kaptırmadık ama kaptıranları düşününce, Cem yılmaz hesabıyla güvenliğin ücretinin nasıl ödendiğini tahmin eder gibiyimdim.
• Yiyecek ve içeceklerin su haricinde fahiş fiyatla satılması, katılımcıların dışarı çıkıp girmelerine izin verilmemesi göze çarpan saçmalıklardı.

2.GÜN...
KAZANAN: MANOWAR

Sonisphere’e damgasını vuran ikinci olayın yaşandığı gün ve konser. Akıllarda şu cümle ile kalacağı garanti;“Bu festivale dört büyük grup geldi diyorlar (Big Four’u kastediyor burda!). Siktir ordan!!!”. Bu sözü söyleyen ise Manowar’ın oturan boğa görünümlü bas gitaristi Joey Demaio. Kitleyi gaza getiren bu sözün ardından Black Sabbath’dan “Heaven and Hell”I söyleyen grup Ronnie James Dio’ya olan saygılarını göstermiş oldular.

Dio’nun zamansız kaybından dolayı boşalan 2.gün headlineri için Alman grup Accept’te karar kılınmıştı. Bu karardan sonra ilgili forumlarda, Accept’ten ziyade Manowar’ın 2.gün headlineri olması gerektiği yönünde tartışmalar yaşanıyordu. Accept öncesi çıkan Manowar ise adeta ben burdayım ben varken kimse bugünün headlineri olamaz tavırlarında gayet başarılı bir konser çıkarttı. Demaio’nun türkçe sekansının yanı sıra, frontman Eric Adams’ın çığlık şovu ve kitleyle olan inanılmaz iletişimi, Karl Logan’ın soloları gerçekten görülmeye değerdi. Hemen her şarkıda kitlenin kusursuz bir şekilde eşlikçiliği ise festivalin görülmeye değer en güzel anlarından biriydi.

MANOWAR PLAY LIST
1- Manowar 2- Brother of Metal Part One 3- Call to Arms 4- Kings of Metal 5- Warriors of the World United 6- Hand of Doom 7- House of Death 8- Heaven&Hell 9- Hail&Kill 10- Black Wind, Fire&Steel

…Notlar…
• Manowar sonrasında ciddi oranda bir saha boşalması oldu. Accept boş stada çalacak derken sanırım bir çıkan bir daha giremez uyarısının nispeten Accept lehine geliştiğini söylemek doğru olur. Yine de Manowar kadar bir kitleye çalamadılar.
• Accept iyi bir grup olabilir ama bana pek hitap ettiğini söyleyemem. 4. parçalarından sonra Big Four nadası için erkenden çıktım…
• Organizasyonun müşterilerini yolunacak bir kaz olarak gördüklerinin ikinci günüydü.
• Ses sistemi bir iyi bir kötüydü. Ortalamayı tutturamadılar bir türlü. Ve bolca küfür yediler.
• Sahne önü için ayrılan alan neredeyse orta sahaya gelecekmiş. Hani o derece büyük. Daha fazla para kazanalım derseniz böyle saçmalıkları yapabiliyorsunuz.
• Yiyecek içeçek standında peçete veya benzeri bir şeyin olmaması eksiklikti ama 3.gün ıslak mendillerle durumu kurtardılar.
• Volbeat’i kaçırdığım için pişmanım…
• Hayko Cepkin’e yapılan terbiyesizlik için söyleyecek bir şey bulamıyorum. Ergen bedenlerin anlamsız tepkileri olarak kalsın akılda.

3.GÜN...
KAZANAN: METALLICA

1993 yılındaki ilk konserlerinde 14 yaşında ergen bir insan evladıydım. Aradan 17 yıl geçmiş. Yanımda 93 yılındaki konsere beni götürerek bana süper bir kazanç sağlayan eşsiz dost Bilgehan var. Son gün kuzenimiz Utku’yu da yanımıza alarak ona unutamayacağı bir deneyim yaşatmak istedik. Ve 14 yaşında olan Utku ilk konser deneyimini Big Four’la yaşayarak benim bir adım öteme geçmişti.
Metallica’ya dönecek olursak, bildiğiniz gibi. Çıktılar ve çaldılar. Stad bir ayin yeri gibiydi. 50 bin olarak tahmin ettiğimiz kitlenin hemen her şarkıya kusursuz bir şekilde eşlikçliği grubu mest etmişe benziyordu. Zira sürekli seyirci ile iletişme geçerek karşılık verdiler.

Pyro şovları ise Rammstein’in gerisinde kalsada sahnedeki Metallica’ydı ve bunu çok dert edinmedik. Death Magnetic Tour’un Avrupa ayağının son konseri olan etkinlikte, grup elamanları tam anlamıyla muhteşem bir setlist ve performansla stadı dolduran onbinleri kendinden geçirdi. Kirk ve Rob’un soloları karşısında şaşırmadık ama mest olduk...

METALLICA PLAY LIST
1- Creeping Death 2- For Whom the Bell Tolls 3- Fuel 4- The Four Horsemen 5- Fade To Black 6- That Was Just Your Line 7- Sad But True 9– Welcome Home (Sanitarium) 10- All Nightmare Long 11- One 12-Master of Puppets 13- Blackened 14- Nothing Else Matters 15- Enter Sandman 16- Breadfan (Budgie cover) 17- Trapped Under Ice 18 – Seek&Destroy…

…Notlar…
• Slayer muhteşem çaldı. CD'den çalıyorlarmış gibi bir soundu şahsen Placebo konserinde yaşamıştım.
• Megadeth’e yapılan haksızlık herhalde kimseye yapılmamıştır. O nasıl sestir anlamadık. Dave Mustaine kendisinden beklenmeyecek kadar soğukkanlı davrandı bu durum karşısında. Şarkılarını söyledi ve gitti. Yinede sahnede Megadeth’I izlemek büyük bir keyifti.
• Metallica öncesi verilen arada saha Meksika dalgasıyla kendine hayran bıraktı.
• Megadeth’de yaşanan ses sorunu ne hikmetse Metallica’da yaşanmamıştı.
• Ayrıca Metallica sırasında ekrana yansıyan sahne ayrıntıları muhteşemdi. Araya ilgisiz bir kaç kare girmiş olsada…
• İlk iki güne göre katılımın en yoğun olduğu gündü. Takdir edersiniz ki bunda Big Four’un etkisi yadsınamaz bir gerçek olarak önümüzde duruyor.
• İlk iki gün tıkır tıkır işleyen sahne programı 3.gün yerini aksaklıklara bıraktı.
• Slayer sahneden klasikleri “Raining Blood” söyledikten sonra alkışlarla uğurlandı.
• Anthrax’a yetişemedik. Pişmanım…
• Organizasyonun müşterilerini yolunacak bir kaz olarak gördüklerinin son günüydü.
• Güvenlik yine kendi kafasına gore davranıyordu.Kahvehanelerden toplanmış adamlarla güvenlik bu kadar olur işte dedik...
• Güvenliğin sahneden dağıtalan penaları toplayıp genç bedenlere yüksek fiyatlara sattığını gördük…
• Yaşanan bazı eksik ve yanlışlıklara rağmen böylesine büyük bir organizasyonu bu ülke topraklarında görmek ve izlemek gerçekten muhteşem bir deneyimdi. Emeği geçen herkese teşekkür ederiz…

"Halk" tipi süperler!


Yeni dünyanın kahramanları.

Hangimiz kahraman olmayı istemedik? geceleri başımızı yastığa koyunca kötülerle kaç kez savaştığımızı saymaya gerek bile yok. Mesela benim kahramanım Ten Ten, süper kahramanım ise Örümcek Adam idi. Burada bir ayrım yapmakta fayda var. "Kahramanların" çoğu sıradan insanlardır. Doğaüstü güçleri yoktur, dünya dışı varlıklar değildirler ve hiçbir şekilde radyoaktiviteye maruz kalmamışlardır. Onlar kötülere karşı savaşı, akıl ve bedensel güçle kazanırlar. Bu yüzden de daha çok saygı görürler. Öteki tarafta ise "süper kahramanlar" vardır. Bunlar tamamen insanoğlunun zihninden çıkma "yaratılmış"lardır.

Mayıs ayında ardı ardına Amerika'da ve dünyada vizyona giren iki film, Kick-Ass ve Defendor (şimdilik bizim sinemalardaki gösterim durumu muamma), bilinen süper kahraman öykülerinin ters yüz edilmiş ama onlara öykünen yapısıyla dikkate değer işler. Hiçbir "özel" gücü olmayan süper kahramanlar! Hollywood'da bu denli insana yakın gerçek öyküler görmek şaşırtıcı oluyor. Zira, çizgi roman dünyasına genelde gişede yüksek hasılat hedefiyle sırnaşılıyor. Sadece eğlenceli dünyalar yaratmaktaki ustalığı tartışılmaz olan bu sistemin, zamanla çok fazla tekrara düşüp ortaya keyiften ve başarıdan yoksun işler çıkarmasının yarattığı bir tıkanıklık söz konusuydu. Bu iki filmin, insan zihninden çıkmış "yaratılmış" süper güçlerin kodlarıyla gerçek dünyaya ait kahramanlık öykülerine yönelmesi ise başlı başına Hollywood'da yeni bir dönemin başladığının işareti gibi.

Demir Adam, Superman, Hulk ve Örümcek Adam gibi çizgi romanların yaratıcısı Marvel Comics'in son numaralarından biri Kick-Ass. Yazar Mark Millar'ın zihninden çıkanları John Romita Jr.'ın çizgileriyle buluşturan roman, sert ama bir o kadar gerçekçi tonuyla, Marvel evreninde kendine farklı bir yer buluyor. Bu farklılıksa, kendi yarattıkları eşsiz süper kahraman dünyasını, sıradan insanların sıradan yaşamlarına adapte etmesinden geliyor. Elbette bu yapı Hollywood'un gözünden kaçmadı ve sinemaya devşirilmekte gecikilmedi.

Yönetmenliğini ve senaristliğini Matthew Vaughn'un yaptığı film, Dave Lizewski (Aaron Johnson) isimli ergenin çizgi roman tutkusu üzerine temelleniyor. Dave, çizgi romanların neden bu kadar sevildiği halde neden hiçbir insanın onlarca süper kahramandan hiçbirine öykünmediğini kendine dert ediniyor. Neticede süper kahramanlar dikkat çeker ve halkın sevgilisi, kötülerin de korkulu rüyasıdır. Gerçek hayatındaki kaybetmişlik halini çizgi romanlardaki süper kahramanlık numaralarıyla yok edebileceği fikrine kapılan Dave, bu dünyanın olmazsa olmazı, saklı kalmanın ve farklı görünmenin bir yolu olan lateks kostümüyle ikincil, yani kahraman kişiliği olan Kick-Ass'i yaratıyor. Kötülükle olan ilk mücadelesinde ise hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını gözlerini bir sedyenin üstünde açtığında anlıyor.

Kick-Ass, aslında bu yolda yalnız değildir. Big Daddy (Nicolas Cage) ve küçük kızı Hit Girl (Cheole Moretz) ise kendilerince haklı sayılabilecek nedenlerle (intikam), Kick-Ass'e nazaran daha profesyonel "süper kahramanlardır". Film, çizgi romanların ve bu türün görsel dünyasının tüm gereklerini, kurallarını yerine getirirken, bir yandan da hicvi elinden bırakmıyor. Yani kuralına göre oynayıp yapıyı ters yüz ediyor. Kick-Ass, Örümcek Adam'ı anımsatırken, Big Daddy ve Hit Girl ise Batman ve Robin'e öykünüyor. Çizgi romanlarda bayıldığımız hemen her şeyin, göründüğü gibi olmadığını anladığımız bir metinle baş başayız. Bir defa herkes sıradan insan. Sadece sevdikleri türe öykünerek başlarındaki belaları savuşturmak için kendilerine bayağı zor bir yol çiziyorlar. Bu arada süperlerin dünyasında kan gösterme oranı neredeyse sıfıra yakınken, Kick-Ass'te bu durum "gore" (aşırı kan kullanımı) kıvamına geliyor. Yani gerçekte birini öldürürseniz olacak olan budur demenin bir yolu adeta.

Kick-Ass, süper gücü halka indirirken, bir diğer yapım "Defendor" ise tamamen insana odaklı bir süper kahraman öyküsü anlatıyor. Film büyük bütçeli süper kahraman filmlerinden ziyade, naifliği, gerçeğe en yakın haliyle, süper güçlere ihtiyaç duymadan da "kahraman" olunabileceğinin altını incelikli bir işçilikle çiziyor. Peter Stebbings yönetmenliğinde, usta oyuncu Woody Harrelson'da vücut bulan Defendor yani Arthur Poppington, annesini küçük yaşta uyuşturucudan kaybetmiş Arthur'un yarattığı alter egosu. Kendi çabalarıyla yaptığı kostüm (gri koli bandıyla kocaman bir "D" harfi!) ve üstün silah (birkaç yüz tane bilye, işaret fişeği ve kalınca bir sopa) teknolojisiyle karşısına çıkan kötülükleri haklamak için gecenin karanlığında kayboluyor. Başka bir okumayla Defendor aslında Superman'in sadeleştirilmiş hali.

Arthur, takım taklavatıyla geceleri, başıboş sokaklarda annesinin katili olduğunu düşünüdüğü mafya lideri Captain Industry'nin peşine düşüyor. Aslında peşinde olduğu hayali bir kötülük. Bu gecelerin birinde uyuşturucu mafyasına karşı gizli bir operasyonu yürüten polisin işine çomak sokuyor ve kendini demir parmaklıkların arkasında buluyor. Onun "özel" durumu pek dikkate alınmıyor ve gözetim altında tutulmak kaydıyla serbest bırakılıyor. Arthur bildiğini okumaya devam ederken, bizler de alt benliğinin yarattığı suç ve suçluların bir bir nasıl gerçeğe dönüştüğünü enfes bir oyunculuk eşliğinde öğreniyoruz. Sıradan vatandaş Arthur'un eylemleri şizofreni ile açıklanabilecekken, filmin asıl derdinin, dürüstlüğün ve koşulsuz iyiliğin "kaybetmiş" bir insanı nasıl bir süper kahramana dönüştürdüğünü gördüğümüzde ise o artık bizim için gerçek bir kahraman oluyor.

Son düzlükte, Kick-Ass ve Defendor, bildiğiniz süper kahramanların tüm bileşenlerini tamamen ters yüz edilmiş hali olarak arz-ı endam ediyor; fantazyadan alıp gerçek dünyanın içine bırakıyor insanı. Elbette bu sinemada bir alt tür yaratıyor. Önümüzdeki dönemlerde bu tatta yeni yapımlar izleyebileceğimizi söylemek kehanet olmaz. Ama ne yazık ki bu yeni yapının ilk örneklerini ülkemiz sınırları içinde ne zaman göreceğimizi bilmiyoruz. Hiç olmazsa internetten DVD ve Blue-Ray siparişlerinizi hazırlayın.

Not: Newsweek Türkiye dergisinin 85. sayısında yayınlanmıştır...


Demir bu kez ışıldamıyor


Demir Adam 2 beklenen performanstan bir hayli uzakta.

Çizgi romandan sinemaya transferlerde her zaman başarıyı tutturmak çok zordur. Geniş bir kitle tarafından sevilen ve takip edilen süper kahramanı, beklentilerin altında bir yapımla ortamlara sürerseniz başınıza geleceklere de katlanırsınız. Marvel'ın süper kahramanlarından Demir Adam'ın (Iron Man) ilk beyazperde sunumu iyi sonuç vermişti. 2008'de, 585 milyon dolarlık dünya hasılatının yanı sıra eleştirmenlerden aldığı övgüler bu başarının karşılığıydı. Senaryosundaki incelik ve kontrolü elden bırakmaksızın artan temposuyla göz kamaştırıyordu. Üstüne bir de Robert Downey Jr. filmin izlenebilirliğine katkıda bulunuyor ve tabii ki tüm bunlar, devam filmine dair saf ümitler beslememizi sağlıyordu. Ama geçen cuma vizyona giren "Demir Adam 2" bu beklentilerin bir hayli uzağında bir seyir izliyor.

Başarısı hem seyirci hem de eleştirmen nezdinde tasdiklenmiş filmlerin bir sonraki adımları her zaman sorunlu olmuştur. Neticede, iki taraf şunu bekler; en az ilki kadar iyi bir çalışma veya ilkini bir adım öteye taşıyacak nitelikli hikaye ve görsel bütünlüğü. Bunu başarabilen filmlerin sayısı ise bir elin parmaklarını geçemeyecek kadar az. "The Dark Knight", "Terminator 2", "Godfather 2", "Aliens 2" gibi filmler öncüllerinin bir adım ötesinde oldular. Bunu tam tersi bir yol izleyip, gözlerini dolar işareti kaplamış yapımcıların dayatmasıyla tamamen gişeye oynanmış devam filmleri ise, belki gişede istedikleri başarıyı yakaladılar ama sinema adına her zaman hüsranla sonuçlandılar. Bu bölüme örneklerimiz ise saymakla bitmez. Biz en iyisi en güncel örneğimiz olan "Iron Man 2 - Demir Adam 2"yi verelim ve devam edelim.

Tony Stark (Robert Downey Jr.) ilk filmin sonunda bir basın toplantısıyla, kendisinin süper kahraman yani "Demir Adam" olduğunu cümle aleme haykırmıştı. Yeni maceramız bu dışavurumun altı ay sonrasında bir mahkeme sekansıyla başlıyor ve kendimizi tekrardan Stark'ın karşı konulamaz egosuyla baş başa buluyoruz. Kahramanımız kimliğini açık etmesinden dolayı hükümetle ters düşmüştür. Milyarderin bu pahalı teknolojik savaş oyuncağının (kendisini Demir Adam'a dönüştüren zırh) ABD'nin ulusal çıkarlarına hizmet edip etmediği sorgulanırken tehlikenin boyutları konusunda bilgilendiriliriz. Buna karşın Bay Stark, sahip olduğu gücün kontrol altında, güvenilir, taklit edilemez ve ulaşılmaz bir teknoloji olduğunu hatta bunun dünya barışına "özel" bir katkısı olduğunu anlatır. Bir nevi barışın "özelleştirilmesine" dair nutuktur bu. Barış kavramına bu tarz bir yaklaşım daha önce karşılaştığımız bir durum değildi. Fabrikaların özelleştirilmesine alışmış bünyelere farklı ve heyecanlı gelen bu önerme, filmin izleyicisi için umut verse de sonrasında gelen saçmalıklar yüzünden havada asılı kalıyor. Bir nevi bir parmak bal çalıyor ve bunu da geri alıyor. İlerisi için umut verdiğini sandığımız bu gelişmenin sonrasında devamı bir türlü gelmez.

Demir Adam'ın tek derdi elbette ki hükümet değildir. Zira vücudundaki reaktörün ham maddesi paladyum kanını zehirliyordur. Yani kendisine can veren aslında ölümüne neden olacaktır. Bir de bunların üstüne uzak diyarlarda bir "kaybetmiş" kendisine diş bilemektedir. Bu zat, dahi fizikçi "Whiplesh" Ivan Vanko'dan (Mickey Rourke) başkası değildir. Vanko babasının başına gelenlerden dolayı Stark'ı sorumlu tutar. Zamanında babasının da katkısı olduğu reaktörün bir benzerini kendisine yapmakta gecikmez. Tek düşman kesmez Demir Adam'ı. Stark Endüstrisi'nin bir numaralı rakibi Hammer Silah Endüstrisi'nin sahibi Justin Hammer (Sam Rockwell) Tony'nin halkın sevgilisi olmasına fena bozuktur. Bu sebepten Ivan Vanko'yla güç birliği yapar. Ona gerekli teknolojik desteği vererek "demirden" bir ordu yaratmasını sağlar.

Filmin temel sorunlarından biri tam bu noktada başlıyor. Fazlasıyla savruk hikâyesi ve geniş karakterli yapısı filmin handikapları. Tanımlanmış bir tehlike yok; bu bir dünyayı kurtarma, bir özgürlük, bir yaşam mücadelesi değil. Veya yeni bir "süpergücün" ortaya çıkması ve bunun yaratacağı tehlikeleri de önleme çabası da değil. Sorun tamamen "duygusal". Tüm izlediklerimiz Pentagon'a kimin silah teknolojisini satacağıyla ilgili. Ama bununda yeterince üstüne gidilmiyor. Üstünkörü bir yapıyla tamamen izleyenin yorumuna bırakılmış gibi dursa da kendi cümlesine yeterince sahip çıkamıyor yada bundan çekiniyor. Çünkü bu bir Hollywood yapımı ve bu tarz filmlerin Pentagon etkisinde çekildiklerini unutmamak gerekiyor.

Filmin diğer sorunu ise hikâyedeki karakter bolluğu. Bunlar usta bir senaristle çok farklı ve derinlikli olabilecekken, senarist Justin Theroux'un ellerinde tamamen tek boyutlu ve keyifsiz birer yan karaktere dönüşüyorlar. İlk filmde Terrence Howard tarafından canlandırılan, Stark'ın yakın dostu Albay Rhodes'u (Savaş Makinesi), bu bölümde Don Cheadle oynuyor. Ama ne yazık ki karton bir karakterden öteye gidemiyor. Scarlett Johansson "Karadul" Natasha Romanoff'la iz bırakamıyor. Zira yeteneklerine şahit olduğumuz anlar çok hızlı, çok az ve bunlar da CGI (özel efekt) destekli. Ajan Nick Fury rolündeki Samuel L. Jackson gibi bir oyuncunun filmde varlığını ise yeterince hissedemiyorsunuz bile. İlk filmden sevdiğimiz Stark'ın eli ayağı Pepper Potts (Gwyneth Paltrow) yine bildiğiniz gibi. Yani hâlâ Stark'ın arkasını toparlamakla meşgul.

İyi bir filmin hammadesi usta ellerin yazdığı iyi bir senaryodur. Eğer ki elinizde ki senaryonuz zayıfsa işini bilen teknik bir yönetmenle çalışırsınız. Yönetmen becerisi bu noktada devreye girer ve ustalığıyla senaryonun gediklerini bir bir kapatır ve önümüze orta halli veya iyi bir seyirlik çıkartır. Nitekim ilk izlediğimiz 2008 yapımı "Iron Man" tam olarak böyle bir filmdi. Oyuncu-Yönetmen Jon Favreau'nun ustalığı tartışılır ama geniş ve usta kadrosundan aldığı ilhamla bunu başarabilmişti. Ama ilk filmde tutan bu yapı ne yazık ki yukarıda saydığımız nedenlerden ötürü ikinci filmde bir türlü yerine oturmuyor. Yine oyunculuktan gelme senarist Justin Theroux'un elinden çıkma senaryo savruk ve bol karakterli bir yapıya dönüşüyor. Hollywood'un kullanmayı çok sevdiği "Memur" zihniyetine çok kolay angeje olabilecek bir iş çıkartan senaristin, kurduğu yapının hiç bir şekilde merkezi olmadığı gibi sırtını tamamen Downey Jr.'ın gevezeliğine yaslıyor. Yönetmen Favreau ise bu başarısız metnin etkisiyle kamerasını çok hızlı bir şekilde kullanıyor ve aksiyonu gereksiz yerlerde kullanıp, gereken yerlerde şöyle bir geçip gidiyor.

Demir Adam gibi geniş kadrolu bol bütçeli filmlerin, bu tarz yapıdaki filmlerde ehil olmayan yönetmen, senarist ve kurgucu elinde, içinden çıkılamaz bir hale gelmesi elbette kaçınılmaz bir sondur. Seyircisine sadece baş döndüren hızla ilerleyen bir film olarak geri dönen filmde en güzel şey, kulağa çalınan muhteşem AC/DC şarkılarıyla bitiş jeneriğinden sonra gösterilen 30 saniyelik bir sürpriz. Kaybedecek 124 dakikanıza acımayacaksınız izlemenizde bir sakınca yok.


Not: Newsweek Türkiye dergisinin 81. sayısında yayınlanmıştır...

Yazlık sinema


Sıcak günlere klimalı öneriler...

Son yıllarda sinema sektörü, izleyici sayısını arttırmak için yeni yöntemler ve stratejiler geliştiriyor. Bu sayede yaz aylarında çektiğimiz film kıtlığı da gerilerde kaldı. Aslında burada bir parantez açmak gerekiyor. Bahsi geçen filmlerin hepsi yabancı. Zira yerli yapımların gösterimi yaz aylarında neredeyse sıfır. Bunun nedenlerinden biri de, bir süredir devasa bütçeleri ve A sınıfı oyuncu kadrolarıyla Hollywood kaynaklı yaz filmlerinin (blockbuster) seyirciyi salonlara çekmeye çalışması ve nispeten bunda başarılı olması.

Sözün özü, sıcaklığın kendini iyice hissettirdiği şu günlerde sinema salonlarına sığınma eğilimindeyseniz, size birkaç önerimiz olacak. Netice itibariyle bizler de bu filmleri henüz görmüş değiliz.

Ama filmlerin fragmanları, yönetmenleri, oyuncuları gibi verilerle tecrübemizi birleştirince güvenilir bir meteoroloji tahmini yapabiliriz. Bir de Türkiye gösterimi belli olan filmlere öncelik tanıdık. İşte sıcak günlerde sizi klimalı salonlara çekecek filmler. Unutmayın; ne kadar soğuk o kadar iyi!

Prince of Persia: The Sands of Time / Pers Prensi: Zamanın Kumları
28 Mayıs
Yön.: Mike Newell
Oyn.: Jake Gyllenhaal, Gemma Arterton,
Ben Kingsley, Alfred Molina
Yaz sezonunun en serinletici filmlerinden biri olmaya aday. Oyunu muhteşemdi ve ekran karşısında saatlerinizi geçirebiliyordunuz.Sezonun epik film kontenjanından.

Sex and the City 2
4 Haziran
Yön.: Michael Patrick King
Oyn.: Sarah Jessica Parker, Kim Catrall,
Kristin Davis, Cynthia Nixon
Küçük ekrandan beyazperdeye evrilen dizinin sinemadaki ikinci macerasına hazır mısınız? Dört metropol kadınının parıltılı yaşam öyküsü, bu kez egzotik diyarlara yelken açıyor. Tam bir yaz filmi kıvamında. Mohito eşliğinde izlenebilir.

Toy Story 3 - 3D / Oyuncak Hikâyesi 3
2 Temmuz
Yön.: Lee Unkrich
Sesl.: Tom Hanks, Tim Allen, Joan Cusack, Michael Keaton
Woody ve Buzz yeni oyuncaklarla geri dönüyor. Son zamanların modası 3D teknolojisi de bu geri dönüşün kaymağı. Tatilden önce ailecek bir arada bulunabileceğiniz bir fırsat. Kaçırmayın.

The Twilight Saga - Eclipse / Alacakaranlık Efsanesi - Tutulma
2 Temmuz
Yön.: David Slade
Oyn.: Kirsten Stewart, Robert Pattinson, Taylor Lautner, Billy Burke
Vampir romantizminin üçüncü ayağı. İlk iki filme nazaran bu kez romantizmin, hem kitabın hem yönetmenin ismine olan güvenle daha karanlık olmasını bekleyebiliriz. Plajlarda bronzlaşmaya dalmış ergen bedenleri sinemaya çekeceği aşikâr.

The Sorcerer's Apprentice / Sihirbazın Çırağı
16 Temmuz
Yön.: Jon Turteltaub
Oyn.: Nicolas Cage, Jay Baruchel, Alfred Molina, Monica Bellucci
Nicolas Cage'in olmadığı bir yaz hatta bir mevsim size zevk vermiyorsa bu fantastik Harry Potter kırması filmi kaçırmayın. Diğer yandan Cage'i her yıl beş on filmde görmek sizi baydıysa uzak durun. Monica Belluci hatırına belki.

The A-Team / A Takımı
23 Temmuz
Yön.: Joe Carnahan
Oyn.: Liam Neeson, Bradley Cooper, Jessica Biel
80'lerde çocuktuk ve o dört asker eskisi adamın akıl almaz aksiyonu başımızı döndürüyordu. Ama artık büyüdük ve dünya hepimiz için farklı bir yer oldu. Bu yüzden nostalji yapacağım derseniz yaz günü sinemada sıkıntılı anlar yaşayabilirsiniz. En azından frigo olsun yanınızda...

Inception
23 Temmuz
Yön.: Christopher Nolan
Oyn.: Leonardo DiCaprio, Ken Watanabe, Joseph-Gordon-Levitt, Marion Cotillard, Ellen Page, Michael Caine, Tom Berenger
Son yılların dahi yönetmenlerinden Nolan'dan merakla beklenen ve konusu sır gibi saklanan bir film. Yarattığı etki inanılmaz. Yakın zamanda gösterilmeye başlanan fragman ise bu etkiyi katlıyor. Efsane bir filme tanıklık etmek isterseniz yüzmeye biraz ara verebilirsiniz...

The Last Airbender 3D / Son Hava Bükücü
23 Temmuz
Yön.: M.Night Shyamalan
Oyn.: Noah Ringer, Nicola Peltz, Dev Patel
Dört ulus. Kaderleri birbirlerine bağlı. Hava, Su, Toprak ve Ateş. Ateş yerinde durmaz ve diğer uluslara saldırır. Sonrası aksiyon ve kader dolu bir yaz sineması eğlencesi. Shyamalan'ın bu efsane mangayı hakkıyla yönettiğine inanmak ve tecrübe etmek istiyoruz.

Salt
30 Temmuz
Yön.: Philip Noyce
Oyn.: Angelina Jolie, Liev Schreiber, Chiwetel Ejiofor
CIA ajanı olan hatunumuz acaba Rus ajanı olabilir mi? Ve bu zat-ı muhterem Amerikan Başkanı'na suikast yapacak kişi midir? Sıkıldınız di mi? Angela Jolie fetişiniz yoksa serin sularda kalmaya devam etmek en iyisi gibi görünüyor.

The Expendables
13 Ağustos
Yön.: Sylvester Stallone
Oyn.: Sylvester Stallone, Jason Statham,
Jet Li, Dolph Lundgren, Eric Roberts,
Mickey Rourke, Bruce Willis,
Arnold Schwarzenegger, Danny Trejo...
Duyan gelmiş, oynamış ve gitmiş filmi. Stallone bizlere VHS döneminin vurdu kırdısını aynen yaşatacak bir kadro ve öyküyle sinemalara geliyor. Yapacağınız tek şey patlamış mısır stoğu ve soğuk içeceğinizle salondaki yerinizi almak.

Yedek Kulübesi

Elçiye zeval olmaz. Bunlar da sizleri fazlasıyla terletip sıkıntıya sokacak filmler. En azından gösterimleri sonrasında ev sinemasında şans verebilirsiniz.

A Nightmare on Elm Street / Elm Sokağında Kabus
21 Mayıs
Yön.: Samuel Bayer
Oyn.: Jackie Earl Haley, Kyle Gallner
Tek bir Freddy Kruger biliriz o da Robert Englund'dur. Bu birebir yeniden çevrime gitmek pek hayırlara vesile olmaz.

Date Night / Çılgın Bir gece
21 Mayıs
Yön.: Shawn Levy
Oyn.: Steve Carrel, Tina Fey, Mark Wahlberg, Taraji P.Henson
Beni izlemelisin diyen bir oyuncu kadrosu var. Bu komedi-macera filmine bir şans tanımak lazım.

Shrek: Forever After / Şrek: sonsuza dek mutlu
28 mayıs
Yön.: Mike Mitchell
Sesl.: Mike Myers, Eddie Murphy
Şrek ve şurekası masal diyarlarının alternatif versiyonundaki yeni macerasıyla beyazperdeye veda ediyor.

The Last Song / Son Şarkı
11 Haziran
Yön.: Julie Anne Robinson
Oyn.: Miley Cyrus, Greg Kinnear,
Yaz sıcağında dram çekemem diyenlerdenseniz uzak durun. Ama nitelikli bir yapımın tüm ışıltısını barındırdığını söylemek boynumuzun borcu.


Not: Newsweek Türkiye dergisinin 82. sayısında yayınlanmıştır...



Sinyor Popo


Yetişkin bedenlere "iri" popoyu sevdirebilen, gerçekçi fantezilerin yönetmeni ölümün kıyısında.

1992 yılının sıcak bir yaz akşamında, henüz 14 yaşındayken (kimileri için geç sayılabilecek bir yaşta yani) tanışmıştım beyazperdeyle. Yer Beyoğlu, İstiklal Caddesi'ndeki Elhamra sineması. Sinemanın

afiş panosunda iri puntolarla "Üç film birden, devamlı matine!" yazıyordu. İşte size anlatmak için fazla tabu bir hatıra; ama konunun bağlanacağı adam da kendisine karşı muhafazakâr kesimler tarafından yürütülen baskıcı-tutucu tavrın ve sansürün tam karşışında duran bir adamdı.

Bir bilet parasına üç filmi birden izleyecek olmanın heyecanını da yanıma alarak kendimi salona atmıştım. Karanlık ve biraz "pis" kokan bir sinema şöleni! İlk film kolaj mantığı ile kotarılmış "Ölümsüzler 4" isimli vurdulu-kırdılı bir yapımdı. İlk üç filmi ne zaman çektiler diye sorgulayabileceğim zamanlar değildi henüz. Dev perdede birbirlerine tekme tokat giren birtakım dövüş sanatları ustalarını izlemek fazlasıyla heyecan verici bir deneyimdi zaten. Film bitip antraktta fuayeye çıktığımda sinemanın "erkek" potansiyelinin farkına varmamak pek mümkün gözükmüyordu. Gong sesiyle birlikte, bulduğum bir boş koltuğa oturduğumda ekranda gördüğüm "şey" ise tam anlamıyla bir sürprizdi. "All Ladies Do It" (Bütün Kadınlar Bunu Yapar) isimli bir Tinto Brass filmi.

Bu ilk sinema deneyiminin kazandırdığı tek şey büyük üstat, erotik sinemanın maestrosu "Sinyor popo" lakaplı Tinto Brass'ı tanımak ve keşfetmek olmuştu. "Sinyor Popo" unvanının isminin başına getirilmesini sağlayan yegane nedeni takdir edersiniz ki, çektiği hemen her filminde büyük, geniş ve kendine baktıran güzel kalçalara sıklıkla yer vermesi. Mozart'ın aynı isimli operasından hareketle çektiği "Bütün Kadınlar Bunu Yapar" esasında komedinin erotizm sosuyla sunulmuş hali gibidir. Aslına bakarsanız bu filmin Brass filmografisinde fazla bir önem teşkil ettiğini söyleyemeyiz. Zira fazlasıyla karikatürize edilmiş karakterler ve oyunculuklar söz konusudur.

1933 Milano doğumlu Giovanni "Tinto" Brass, softcore olarak tabir edilen filmlerini genellikle, cinselliği keşif ve aldatma gibi birtakım detaylarla süslerken, hiçbir zaman hınzır hiciv yeteneğini göstermekten geri durmadı. Tüm dünyada kabul edilmesini ve saygıyla karşılanmasını, bu yeteneğini filmlerine başarıyla monte etmesine borçlu olduğunu söyleyebiliriz. Hicvi filmlerinden çıkardığınızda geriye sadece popo kaldığıysa aşikâr. Buna en iyi örnek ise, Nazi Almanyası'nda geçen başyapıtı, 1976 yapımı "Salon Kitty"dir. Savaş zamanı bir genelev ile Gestapo içindeki casusluk öyküsünü anlatırken takındığı politik tavır ve üstüne, muhteşem güzellikteki usta aktris Ingrid Thulin'in varlığı filmi izlenebilir kıvama getirmiştir.

Hemen her çektiği filmle ortamları şenlendirdiği kadar duruşunu sergileyen ve tartışma da yaratan maestro, 1979'da, dönemine göre yüksek bütçeli sayılabilecek bir filmin çalışmalarına başlar: Caligula. Roma İmparatorluğu'nun bu sapkın kişiliğini hakkıyla beyazperdeye taşıyabilecek birkaç isimden biridir. Filmin yapımcısı, ünlü Penthouse dergisinin sahibi Bob Guccione de böyle düşünmüş olacak ki filmi ona emanet eder. Ne var ki aralarında çıkan tarz farklılıklarından dolayı Brass filmi tamamlamadan ayrılır. Ve Guccione, Brass'tan farklı olarak kendisinin yönettiği birtakım pornografik sahneler çekerek filme ekler. Böylelikle filmde oynayan Malcolm McDowell, Helen Mirren gibi isimler kariyerlerinin ilk ve son porno filmlerini bilmeden çekmiş olurlar.

Maestronun özellikli popolarıyla damgalarını vuracak oyuncuları, filmlerinde oynatmak için kullandığı yöntem bir efsane olarak dilden dile, babadan oğla geçer adeta. Brass, seçmelerde oturduğu yerden elindeki bozukluğu yere atar ve oyuncu adayından ona arkası dönük şekilde parayı yerden almasını ister. Adayımız parayı yerden dizlerini kırmadan almak durumundadır. Bu yöntemle sinemaya kazandırdığı oyuncular saymakla bitmez: Francesca Dellara, Yuliya Mayarchuck, Stefania Sandrelli, Debora Caprioglio...

1983, Brass'ın uluslararası arenada en çok tanındığı ve saygı göreceği, üstüne bir de unvan alacağı yıl olarak kayıtlara geçer. Bunu sağlayan ise "The Key" (Anahtar) isimli erotizm dozu yükseklerde gezinen filmidir. Bu filminde yine güzeller güzeli bir isimle çalışır. Stefania Sandrelli. Rutine bağlamış (20 yıllık) bir seks yaşamının tüm sıkıntısını içinde barındıran bir çiftin yaşadıklarına kamerasını yönelten Brass, izleyeni filmin içine öyle bir sokar ki, bu çiftin seksi yeniden keşfedişini, bir anahtar deliğinden onları dikizleyerek izlediğimizi hissettirir adeta. Bu filmin içerdiği yüksek düzeydeki erotizm ve ön plandaki popolar ona "Sinyor Popo" unvanının verilmesine vesile olur işte.

Güzel kadın, dolgun popo, röntgencilik, ayna ve cameo; üstadın alamet-i farikaları olarak sonraki dönemlerde çektiği filmlerde sıkça karşımıza çıktı. "Miranda", "Capriccio", "Paprika", "The Voyeur", "P.O. Box", "Monella", "Trasgredire", "Senso 45" gibi yapıtları erotik sinema tarihindeki yerlerini aldı. 2000'lerle birlikte Brass'ın erotizmi fazlasıyla sekteye uğramıştı. Nihayetinde internet çağı başlamış ve artık kimse erotik filme para verip sinemada izlemez olmuştu. Artık internet vardı. Brass, çoklu parçalardan oluşmuş birtakım çalışmalara yöneldi. Bunlardan ilki altı bölümden oluşan "Private-Fallo"ydu. Film, üstadın alışılmış erotizminden hayli uzaktaydı. Hatta yer yer içinde pornografik tatlar barındırıyordu. Tabii bu durum hayranları tarafından yadırgandı. Ne var ki üstat hayranların gönlünü iki yıl sonra 2003'te, dillere destan güzelliğini paylaşmaktan çekinmeyen Anna Jimskaia'yı da yanına alarak çektiği "Monamour" ile
almasını bildi.

2010'a geldiğimizde ise Tinto Brass hayranlarına hem zirveyi hem dibi gösterecek iki haber vardı. İlki üç boyut teknolojisini bir adım öteye taşıyan James Cameron imzalı "Avatar"ın rüzgârıyla geliştirdiği Brass'ın yeni projesiydi. Yetişkin ortamlarına yönelik üç boyutlu erotik film çalışmasına girdiğine dair haberler geliyordu. Ne var ki gelen ikinci haber, 77 yaşındaki üstadın beyin kanaması teşhisiyle hastaneye kaldırıldığını ve bilinci açık olmasına rağmen hayati tehlikeyi atlatamadığını söylüyor.


5 madde

Popo
Brass'ın tercihi her zaman büyük ve gösterişli popodan yana oldu. Hemen hemen tüm filmlerinin afişlerinde görülen tek fotoğraf, yukarı kaldırılmış etekten gözüken dolgun bir popodur.

Röntgencilik
Filmlerinde kâh izleyeni kâh filmin karakterlerini röntgenci konumuna bilinçli bir şekilde sokar ve bundan büyük bir keyif alır.

Cameo
Filmin bir sahnesinde bir an gözükmeyi seven iki büyük yönetmen vardır. Biri korku-gerilim ustası Alfred Hitchcock, diğeriyse tabii ki Brass. Her ikisinin bir diğer ortak özelliği de puroyu çok sevmeleri.

Ayna
Popodan sonra olmazsa olmazıdır. Aynadan yansımalarla her şeyi olanca çıplaklığıyla bize göstermekten hoşlanır.

Federico Fellini ve Roberto Rosselini
Tinto Brass'ın neden popo ve göğüs fetişi olduğunu anlamamıza yarayacak iki isim. Fellini'yi idolü olarak gördüğünü saklamadı. Fellini ve Rosselli'nin filmlerinde asistanlık yaptığı bir dönemi de vardır.


Not: Newsweek Türkiye dergisinin 79. sayısında yayınlanmıştır...