16 Eylül 2009 Çarşamba

PORTAKALA 'DEMOKRATİK AÇILIM!"


12-17 Ekim tarihlerinde yapılacak olan festivalin yarışma filmleri belli oldu. 16 filmin yarışacağı festivalin şüphesiz en dikkat çekici filmi, Miraz Bezer 'Min Dit' filmi. Filmi dikkat çekici hale getiren ise, kürtçe diyalogların varlığı.  Almanya ve Türkiye ortak yapımı olan film; Diyarbakır'da anne ve babasını kaybeden iki çocuğun yaşamını konu ediniyor. Filmdeki kürtçe diyalogların seyirceye türkçe altyazıyla sunulacağı gelen bilgiler arasında. 

Açılım rüzgarlarına kapıldığı hissi veren festivalin, bu noktadan sonra sadece bununla yetinmeyeceği ve filme ödül vereceğini kestirmek zor olmasa gerek... Bu olursa eğer festival yönetiminin ve jurisinin, Amerikan Film Akademisi'nin izinden gittiğini söylemek pekte yanlış olmaz. 11 eylül sonrasında ABD'de yükselen milliyetçi ve ırkçı yaklaşımı Akademi Denzel Washington (Training Day)  ve  Helle Berry'e (Monster's Balll) en iyi erkek ve en iyi kadın oyuncu ödüllerini vererek politik bir tavır sergilemişti. 


15 Eylül 2009 Salı

PATRICK SWAYZE 1952-2009...


Dirty Dancing, Ghost, City of Joy ve Point Break gibi filmlerin unutulmaz yıldızı Swayze, 2007 yılında yakalandığı pankreas kanserine yenik düşerek yaşama veda etti. Sevenlerinin başı sağolsun...

1 Eylül 2009 Salı

AZRAİL'İN İŞİ GÜCÜ YOKTU ZATEN;


üç beş tane zibidinin peşine takılacaktı. İlki 2000 yılında, yönetmen James Wong tarafından yapılan ve orjinal bir fikre hasret kalan bünyelere neşe saçan Final Destination, dördüncü macerasıyla saç baş yolduruyor. Hangi akla hizmet bu filme gittim bilmiyorum ama, pazar günümün içine ettiğini iyi biliyorum.

Sevgili Atilla Dorsay abimiz vaktiyle şunu söylemişti; "Her kötü filmde izlenmeye değer bir on dakika vardır". Bu dusturla iyi kötü olabilir ayrımı yapmadan o on dakikanın peşine takıldım. Kimi zaman haklı çıktı kimi zamanda son örnekte olduğu gibi hadi canım sende moduna soktu bu söz beni. Filmin üç boyutlu teknolojisi filmin hikayesine hizmet etmek yerine, filmin tek iyi unsuru olarak hafızalara kazınıyor. Bu da tek başına bu filmi izlenebilr kılmıyor tabi.

Oysa ki film ne güzel bir vaatle başlamıştı. Ölmesi gereken ergenler, film izlemek yerine araba yarışına giderler. Grubun seks makinesi ve ağababası eleman bombayı patlatır. Sürekli niye burda olduklarını sorgulayan sevgilisine "Burdayız çünkü bu yarışlarda hep kaza olur, ben o kazaları izlemek ve eğlenmeye geldim" der... Seyirciye atılan güzel bir pastır adeta. Filmin neye benzediğini bilen (aşırı kan ve şiddet), patlamış mısırları, üç boyutlu gözlükleriyle dev perdeden fırlayan uzuvları seyredip keyiflenmek isteyen seyirciye atılan güzel bir pas. Şiddete olan merakı çözümleyecekler diye insanı beklentiye sokacak kadar güzel bir pas. Ama yanıldığımızı anlamak çok fazla sürmüyor zaten. Filmin kendiside öyle. 90 dakikalık saçmalıklar bu laftan sonra Formula 1 hızına ulaşıyor.

Özellikle ilkinin orjinalliği ve geriliminden çok uzakta, adeta Scary Movie havasına bürünen bu son kaderde, her şey o kadar ortada ki, kimin ne zaman öleceğini azrailden önce biliyorsunuz... Filmin eksenide bu yönde zaten. Konu kim önce ölecek tadında akıp gidiyor. Seyirciyi ikna etmek gerekmez bu filmlerde. Mantık hele hiç aranmaz. Ama seyircinin zekasına da bu kadar yukarıdan bakılmaz.

Senaryo yerlerde, yönetmen desen koltuğundan pek kalkmışa benzemiyor. Tek çalışan ekip masa başındaki 3d uzmanları. Onlarda hakkını vermişler vesselam. Özellikle yanan kağıdın burnunuzun dibinden gidişini görmek, kahkahalarınıza milisaniyelik bir ara vermenize neden olabiliyor. Akıldan kalan bir diğer sahne ise, artık pornolar da üç boyutlu olsun dedirtecek kadar güzel duran, gözlerimizin önünde sağa sola sallanan memelerin varlığı. Üşenmeyip sevişme sahnesinde de üç boyutlu teknolojiyi kullanmışlar. Yerinde seçim diye ben buna derim...

29 Ağustos 2009 Cumartesi

‘VİZYON’ NEFES'SİZ KALIR MI?



Son günler malumunuz. Açılımlar zamanındayız. Yedi yıldan bu yana ülkeyi yöneten AKP’in Kürt sorununu çözme girişimi aldı başını gidiyor. Çözülür veya çözülmez bu potaya girmek yerine, asıl ilgimize dönersek, uzun zamandır sanal dünyada çeşitli teaser görüntüleri ve beş dakikalık bir sahnesiyle gündem yaratan “Nefes” filminin vizyon yüzü görüp göremeyeceği.

Çekimlerine 2007 yılında başlanan filmin yönetmenliğini, reklam ve klip dünyasından gelme Levent Semerci yapıyor. Oyuncu kadrosu tamamen tiyatro kökenlilerden oluşan film, sürekli vizyon tarihi değiştirmesiyle artık bekleyenleri nefessiz bırakacak hale geldi. Filme dair bilinen hikaye, 2365 metre yüksekliğinde ki Karabal tepesinde konuşlu bir röle istasyonunu korumakla görevli 40 kadar askerin yaşadıkları...

30 yıla yakındır Türkiye’nin gündeminde yer alan Güneydoğu ve buna mukabil terör sorunu aslında sinemacılar için biçilmiş bir kaftan. İçerisi ve dışarısıyla her biri öykü tadında yaşamların olduğu, yaşamların son bulduğu, hikayeleri ve görselliği dopdolu bir kaftan bu. Ama asıl dert tabiki konuyu veya konuları nasıl ve hangi cesaretle işleneceği idi. Şimdiye kadar yapılanlar, ne şiş yansın ne de kebap tadında etliye sütlüye dokunmayan, (Güneşi Gördüm) ya da hamaset ve militarizm kokan (Kurtlar Vadisi Irak) gibi denemelerdi.

Nefes filmi bunların neresinde olacak şu an bu bir muamma, ama son yayınlanan beş dakikalık sahne az da olsa bir fikir edinmemizi sağlıyor. Uyursan ölürsün. Bu söz filmin ikinci adı gibi kalacak neredeyse. Sahneyi anlatmaya gerek yok. Çekim ve oyunculuklar muhteşem görünüyor. Teknik başarısı üst düzeyde. Daha önceki teaser görüntülerinde hafiften “Full Metal Jacket” havası aldığımız film, artık başka bir noktaya doğru gidiyor.

Askerlik yapan cenah çok iyi bilir ki, bu sözü askerlikleri boyunca defalarca duymuşlardır. Ve gerçekliği, yaşanan acı olaylarla örneklendirilmiş, tecrübe edilmiştir. Yaşanan son acı tecrübe ise, sanki bu sahneye ve anlattığına nispet yaparcasına evet ben gerçeğim diyerek yaşandı. Nöbet mevziinde uyuyan askerlerinin eline ‘fırsat eğitimi’ altında pimi çekilmiş el bombasını veren ve sonrasında bu dört askerin yaşamının son bulmasına neden olan acı gerçeklik. Ve sanal dünyada ilgiyle takip edilen filmin gündemin tam ortasına düşmesi.

Bundan sonrası merakla bekleniyor. İki yıl önce çekimlerine başlanan ve hali hazırda gösterim tarihi net olmayan bir film. Bunun yanısıra içerik doğal olarak olarak flu. Yani savaş karşıtı bir film mi göreceğiz yoksa militarizmi dibine kadar yaşayacakmıyız. Yoksa “liberal” söylemlere mi maruz bırakılacağız... Nasıl olursa olsun , sinema severserleri, teknik ve görsellik olarak çok iyi bir filmin beklediğini, gişede sağlam rakamlara ulaşacağını ve dahasında hakkından çok fazla söz edeceğini söylemek kehanet olmaz sanırım. Eğer vizyon yüzü görürse tabi...

Gündem allı pullu. Kimilerince Kürt açılımı kimilerince demokratik açılım. Yeni bir vizyonun eşiğinde ülke. Bu aşamada iktidar sahipleri bu vizyonu sekteye uğratacak hemen şeyden imtina edeceklerdir. “Nefes” için söylenenler, konuşulanlar “alın size açılım”dan öteye geçemedi henüz. Şimdiden yayınlanan kısa görüntülere bakılıp bir çok gerekli gereksiz yorumlar ve öngürüler yapılıyor. Ve bütün bunların ikitidar sahiplerince bilindiğini ve dikkatle izlendiğini hepimiz biliyoruz. İktidarın demokratik açılımlardan fazlasıyla söz ettiği bir dönemde filmin gösterime çıkmaması herkesin kendisine göre demokrasi istediğini bir kez daha göstereceğide aşikar. Ve bu yüzden “Nefes” vizyonsuz kalabilir. Veya bizler artık nefesimizi kaybetmiş oluruz...

28 Ağustos 2009 Cuma

2012 TEASER AFİŞLER





21 Aralık 2012. Bu tarih Maya takvimine göre insanlığın sonu olacak (Sondan ziyade bir level atlanacağı, Foton denilen yeni bir kuşağa geçeceği iddia edilmekte). Yıkma, yakma ve yok etme ustası Alman yönetmen Roland Emmerich'in bu efsaneyi konu edinen son filmi 2012'in  teaser afişleri yayınlandı. Konuyu anlatmaya gerek yok. Afişler anlatıyor zaten. Filmin görsel efektler dışında ki tek artısı John Cusack'ın varlığı olacaktır sanırım...  Film 13 Kasımda vizyona giriyor (Türkiye gösterim tarihi henüz net değil. büyük ihtimalle aynı gün olacaktır...)

SON 15 YILIN EN İYİ 15 FİLMİ!...


Yılların vazgeçilmezi Sinema dergisi, 15. yılında bir anket düzenliyor. Son 15 yılın en iyi 15 filmi. Derginin ilk yayınlanmaya başladığı 1994'den günümüze kadar geçen zaman zarfında izlediğiniz en iyi 15 filmi oylamak için www.turkuvazabone.com/sinemaanket adresine tıklamanız ve formu doldurmanız yeterli...

Benim nacizane bu döneme ait ilk 15 filmim;

EN İYİ 15 FİLM (1994 – 2009)

1 – SEVEN (1995)

2 – THE DARK KNIGHT (2008)

3 – FIGHT CLUB (1999)

4 – PULP FICTION (1994)

5 – HEAT (1995)

6 – TRAINSPOTTING (1996)

7 – HIGH FIDELITY (2000)

8 – THE LORD OF THE RINGS: RETURN OF THE KING (2003)

9 – THE SHAWSHANK REDEMPTION (1994)

10 – EŞKİYA (1996)

11 – FINDING NEMO (2003)

12 – MATRIX (1999)

13 – LEON (1994)

14 – ETERNAL SUNSHINE OF SPOTLESS MIND (2004)

15 – HERO - YING XIONG (2002)



27 Ağustos 2009 Perşembe

NEWT 2009!





1986 tarihli, James Cameron imzalı aksiyon bilim-kurgu filmi "Ailens"i izlemeyen ve sevmeyen yoktur sanırım. Ve bu filmde aksiyonun tavan yapması dışında hatırlanan bir diğer unsur ise filmdeki küçük sevimli  Newt'ti. İlki 1979 yılında usta yönetmen Ridley Scott tarafından çekilen "Ailen" in bu devam filminde, yaratıklar tarafından yok edilen kolonide tek başına hayatta kalabilmiş, küçük sevimli Newt karakterini canlandıran Carrie Henn huzurlarınızda.. 

1976 doğumlu Caroline Marie Henn'in babasının Amerikan Hava Kuvvetlerin'de üst düzey bir subay olması büyük ihtimalle ona bu rolün kapısını açmış olabilir.  Kariyerindeki bu tek filmindeki oyunculuğu ile, 1987 yılında En İyi Performans dalında Satürn ödülünü kapmış. Sinemada kariyer yerine önce polis memurluğu ve sonrasında ilköğretim öğretmenliğini seçmesi de ilginç bir tercih olarak not edilebilir... 

26 Ağustos 2009 Çarşamba

AFİŞLER TAMAM DA YA FİLM?


Zekice yazılmış senaryosu ve James Wan'ın yetenekli elleriyle izlenebilir bir filme dönüşen Saw'ın başarısı artık mumla aransa da, dikkatimi çeken asıl unsur,  serinin her bir filmine yapılan afişlerin seriye olan ilgiyi tetiklediği yönünde...Alın size son filmin afişleri...

Serinin şimdilik bu son filmini Kevin Greutert yönetiyor. (Serinin ilk üç filminde kurgucu olarak çalışmıştı.) Jigsaw (Tobin Bell) yine var !  Hırslı yapımcılar cephesinden gelen haberlere göre Jigsaw'ın tuzak kurma becerisi 9.filmde nihayete erdirilecekmiş... 

Serinin şimdilik son filmi, yurt sınırları içerisine 23 Ekim'de girecekmiş. Meraklıları kaçırmaz herhalde... 

25 Ağustos 2009 Salı

Yeşilçam'ın Arka Bahçesi...


Mine Mutlu, Ege bölgesinden gelmiş bir kızdı. Seks yıldızı olmadan önce yığınla filmde oynadı. Oyuncu yeteneği de olan bir kızdı. Mine Mutlu’nun yıldız olmamasının gerisnde, ona dayanak olabilecek bir erkeğin yokluğu yatıyordu . Örneğin Belgin Doruk’un ilk kocası yönetmen Faruk Kenç, ikinci kocası yapımcı Özdemir Birsel’di. Türkan Şoray ‘ın arkasında Rüçhan Adlı vardı. Hülya Koçyiğit’in annesi erkek gibi, müthis bir kadındı, o yönlendiriyordu Hülya’yı. Filiz Akın’ ın arkasında da kale gibi Türker İnanoğlu vardı. Muhterem Nur ben olmasam belki de star konumuna yükselemezdi, harcanır giderdi herhalde.”

Türk sinemasının artık efsaneleşmis yapımcı, yönetmen, senarist gerçek anlamda sinema adamı Memduh Ün, Kabalcı yayınlarından çıkan kitabında buna benzer bir çok gerçek hikaye anlatıyor. Çektiği filmlerden seçkilerle. 71 film. Ve bu filmlerin çekim aşamalarında ve sonrasında yaşananlara dahil saklı kalmış bir çok bilgi içeriyor kitap.

İşte bir tane daha;

“Kemal Sunal’a jön kız beğendirmek bayağı zordu. Zaten bir çalıştığı kızla bir daha çalışmak istemezdi nedense. Yeni bir yüz aramıştım ‘Devlet Kuşu’ için. Bu arada televizyonda yönetmen Ahmet Üstel’in çektiği komedi türü bir oyun izlemiş, küçük hizmetçi rolünde oynayan kıza gözüm takılmıştı. Serpil Çakmaklı’ydı bu kız., ne tiyatro, ne de sinema deneyimi vardı. Konuştuğumuzda, istekli gözükmedi, rolü reddetti. Ahmet Üstel dostumdu, rica ettim araya girdi. İkna etti Serpil’i....”

Bir nevi Yeşilçam’ın arka bahçesinden notlar gibi gerçek hikayelerle dolu bir kitap olmuş. Eğer sizde bu arka bahçede neler olduğunu öğrenmek istiyorsanız bu kitabı edinin. Çünkü bir solukta okuyacağınız garanti.

24 Ağustos 2009 Pazartesi

Sevdiğimiz BILL NIGHY

LOVE ACTUALLYBilly Mack

Richard Curtis’in bu bol yıldızlı, izle ve kendi iyi hisset tadındaki filminde yıldızı  parlayan Nighy, filmde canlandırdığı yaşı geçkin rock yıldızı Bill Mack performansı ile adeta bende varım diye bağırıyordu. Ve sesini duyan Bafta, onu bu filmdeki performansını en iyi yardımcı erkek ödülü ile taçlandırıyordu...

UNDERWORLD - Viktor

Vampir ve kurt adamlar arasındaki husumeti kendine konu seçen ve akabinde iki devam filmi de çekilen Underworld’de Nighy, muhteşem İngiliz aksanıyla vampirlerin karizmatik ve korkutcu lideri Viktor’ı adeta canlı kılıyordu.

HOT FUZZMet Chief Inspector

Zombi filmleriyle kafa bulan “Shaun of the Dead”in ekibinin elinde çıkma bu sefere aksiyon filmleriyle makarasını geçen bu yapımda Nighy  polis şefi olarak kısa ama akılda kalıcı bir gösteri sunuyordu.

PIRATES of the CARIBBEAN 2&3Davy Jones

Yüzü tanınmayacak halde idi! Evet Karayip Korsanları serisinin 2. ve 3. Filminde Davy Jones karakterine ruh veren Nighy ağır makyaja rağmen, (mürekkep balığı ve ahtapot kıvamında)  Kaptan Sparrow’a kök söktürüyordu. Karşılıksız aşkı uğruna kalbini bir kutuda saklayacak kadar da duygusaldı ayrıca ... 

TREN RAYDAN ÇIKTI


Sinemanın mabedi Hollywood, yaşadığı sıkıntılardan kurtulacak mı?

Seyircisi için bir filmi ne başarılı kılar? Orijinal bir hikâye ve bunun etrafında gelişen karakterlerin gösterdikleri performanslar. Son yıllarda izlediğimiz bazı filmlerde ben bunu bir yerden hatırlıyorum tadını alıyoruz artık. Çünkü daha önce izledik! Geçtiğimiz ay görücüye çıkan "Public Enemies" (Halk Düşmanları) tam bu tatta bir film. Hikâyesi, olay örgüsü, karakterleri ve bu karakterlerin filmdeki gelişmiyle, yine aynı yönetmenin çektiği 1995 tarihli efsanevi film "Heat"i (Büyük Hesaplaşma) anımsatıyordu.

Malumunuz, dünya sineması uzun yıllardır, adına Hollywood denen gösteri dünyasının etkisi altında. Majör film yapım şirketlerinin başkenti Hollywood'dan son dönemde gelen yapımlara baktığımızda, yaratıcılıktan yoksun, beklentileri karşılamayan birçok film izledik. Her ne kadar gişede beklenen (daha çok yapımcısının beklediği) hasılat rakamlarını yakalasalar da, Hollywood sineması belli bir oranda orijinal fikirlerden uzak, kendini sürekli tekrarlayan bir yapının içine tıkılıp kaldı.

Bu tıkanmanın belli başlı nedenleri var. Öncelikle artık sinema Hollywood ve onun anlattıklarından ibaret değil. Günümüzde artık dünyanın çeşitli coğrafyalarından çok farklı ve seyircisini memnun eden yapımlar sinema salonlarına uğramaya başladı. Önceleri Fransız, Alman ve İtalyan sineması Hollywood'a kafa tutarken bu üçlüye İran, Norveç, Japonya, Çin'den gelen nitelikli yapımlar da katıldı. Bu filmler seyirci alışkanlıklarını radikal olmasa da ciddi oranda değiştirdi. Artık bu ülkelerin filmleri, dünya festivallerinde gösterime giriyor ve birçok ödülün de sahibi oluyor.

Bu "dış kaynaklı" ataklar Hollywood'daki tıkanmanın ilk nedeni ise, ikincisi de Hollywood'un bu ataklara karşı bulduğu çözümün kendisidir. Dünya sineması üzerindeki kartel konumunu sarsan bu gelişmeden kendini korumak için Hollywood, kendince çözüm üretmekte gecikmedi: Bu ülkelerden çıkan iyi filmleri yeniden çekmek. Hesapta bu hem kendi vatandaşına (Amerikan film izleyicisinin altyazılı film izleyemediği rivayet edilir!) hem de dünya sinemasına aynı yemeği başka tencerede pişirip başka tabakta sunarak pazardaki yerini koruma olanağı sağlayacaktı.

Hollywood'un remake (yeniden çevrim) olarak adlandırılan bu yapıdan da beklediğini bulduğunu söylemek zor. Çünkü her şeyden önce esas öykü "oraların öyküsü"; Amerikanlaştırıldığında orijinalliğinden göze batacak kadar uzaklaşabiliyor. Michael Haneke'in "Funny Games"i, Pang Brothers'ın "Bangkok Dangerous"ı buna iyi birer örnek. Bu yeniden çevrimler asıllarının yönetmenleri tarafından bizzat çekilmiş olmasına rağmen ne yazık ki, orijinal dokularından fersah fersah uzaktı.

Yeniden çevrim salgınına kapılması Hollywood'u, içinde bulunduğu sıkıntıdan kurtarmaya yetmedi. Cebi şişkin film yapımcılarının yeniden çevrimlere olan ilgisinin nedeni ise, hâlâ ceplerinde boş yer bulunduğunu düşünmeleriydi. Neticede hazır bir yapıyı aynen alıp sadece birkaç ince ayar çekmek de kalitesiz yapımları beraberinde getirdi. Yetmedi 10. yıl, 20. yıl gibi bahaneler veya yeni nesil de yeni teknoloji ile izlesin düsturundan hareketle, eskinin iyi filmlerine el atıp bir anlamda kendi tarihlerini yağmalamaya başladılar. Bunun son örneği ise, "The Taking of Pelham 123" (Metrodan Kaçış). Yönetmen Joseph Sargent imzalı, orijinal yapımın günümüze uyarlanmış versiyonunu, video klip estetiğiyle görsele odaklı -hikâye mühim değil- filmler çeken Tony Scott yönetiyor. Kadrosunda Denzel Washington ve John Travolta gibi yıldızların olduğu film, test gösterimlerinde aslının kötü bir kopyası damgasını yemekten kurtulamadı.

Aslında bu yeniden çevrim furyası bugüne özgü bir durum değil. Ama eskileri, günümüzdeki yeniden çevrimlere göre nispeten daha başarılı ve hatta kaynaklandığı filmin başarısını bir adım öteye taşıyabilen filmlerdi. Howard Hawks imzalı 1932 tarihli "Scarface"in yeniden çevrimi, başyapıt statüsündeki Brian De Palma imzalı aynı adlı film bunun ender örneklerindendir. Son dönemin gözdesi Uzakdoğu sineması bundan 49 yıl önce de iştahlı Hollywood yapımcılarının gözbebeğiydi. Buna en iyi örnek, Akira Kurosawa'nın efsane filmi "Shichinin No Samurai" (Yedi Samuray) filmidir. Bu uzak ülkenin başyapıtı, döneminin en iyi yönetmenlerinden John Sturges'ın elinde Yul Brynner, Eli Wallach, Steve McQueen, Charles Bronson gibi kalbürüstü oyuncu kadrosuyla bir western klasiğine dönüşmüştü. Mesele çok basitti aslında, hikâyenin ana damarını sabit tutup kendi kültürüne uygun bir şekilde yerleştirdiğinde ortaya çıkan sonucun kötü olması imkânsızdı. Bu geçmişte başarı ile uygulanırken şimdi ne değişti?

Gelişen teknolojik altyapı sayesinde oluşturulan görsel zenginliğin, çoğu zaman hikâyeye hizmet edememesi ve hatta hikâyeyi geri plana itmesi bir yanıt olabilir. Sinema teknolojisi baş döndürücü hızla ilerlerken hikâyeyi buna paralel olarak geliştirmek film yapımcıları, majör stüdyoların memur senaristleri ve yönetmenlerinin pek işine gelmedi. Hikâyeyi binlerce kere işlenmiş klişeler yumağına çevir, yüksek ücretlerle seyirciyi salonlara çekecek jön ve aktrisleri anlaşmaya ikna et, üstüne iki tane göz alıcı görsel ve işitsel efekt ekledin mi film görücüye çıkmaya hazır olur.

Yaşayan efsaneler, Al Pacino ve Robert De Niro'yu karşılıklı oynatıp ortaya rezillikten başka malzeme çıkartamayan, memur yönetmen John Avnet imzalı, 2008 yapımı "Righteous Kill" tam böyle bir seyir izliyordu ve artık gözünü açan izleyici gerek gişede gerekse eleştirel olarak filme olan tavrını gerektiği gibi ortaya koyuyor.
Hikâye ve orijinallik sıkıntısı içindeki Hollywood her zaman yaptığı gibi, günü kurtarmak için edebiyat, çizgi roman ve video oyunları uyarlamalarına ağırlık veriyor. Ama bunda da tam olarak istediğini alabilmiş değil. Devasa bütçelerle çekilen blockbuster'lar (genelde yaz sezonu görücüye çıkan, bütçesi geniş, dev oyuncu kadrosu bulunan ultra efektlerle bezeli filmler) bile kimi zaman gişede hüsrana uğrayabiliyor. Mesela "Spirit" ve "Watchmen" gibi çizgi roman uyarlamaları...

İşi artık arsızlığa kadar götüren Holly-wood, yaz dönemi yüksek bütçeli filmlerin karşısına harf oyunlarıyla bezeli çakma versiyonlarını da piyasaya sürmeyi kendinde hak görüyor. Ve evet bunun da bir ismi var artık "Mockbuster". Bunların tek farkı da sinema salonları yerine direkt DVD pazarına çıkmaları. Bu yazın hiti "Transformers 2: Revenge of the Fallen" daha vizyona girmeden, muhtemelen, birkaç ay öncesinde yayınlanan fragmanlarına bakıp, hikâyesi yazılıp, beşinci sınıf görsel efektlerle donatılıp tam bir işkenceye dönüştürülen "Transmorphers: Fall of Man"ı çekebiliyorlar. Bu kötü replika ilk değil elbette. Ama bütün son dönem replikaların Los Angeles merkezli The Asylum isimli yapım şirketinden çıkması da ayrıca dikkate değer. Bu şirketten çıkan çakma filmlerin listesi oldukça kabarık: 100 Million BC, 2012 Doomsday, The Da Vinci Treasure, The War of the Worlds, The Day the Earth Stopped. Mockbuster filmlerini üreten The Asylum şirketine açılan ilk ve tek dava Fox'dan geldi. Fakat dava ne yazık ki davalı şirketin lehinde sonuçlandı.

Orijinal bir fikri ticari olarak riskli bulan bu yapımcıları zorlayan başka bir nokta ise, geçen yılki senaryo yazarları greviydi. Gelişen teknoloji ve küreselleşen dünyanın sonucu olarak ortaya çıkan birtakım yenilikler, senaryo yazarlarının yapım şirketlerinden farklı talepler istemesine yol açtı. Bunlardan en dikkat çekicisi, internet üzerinde gösterilen ve satışı yapılan filmlerden de pay istemeleriydi; bir diğeri ise satılan her DVD'den aldıkları payın arttırılması. Her satılan DVD'den 2 cent olan payın 5 cente çıkarılması talep ediliyordu. 100 gün süren ve 12 bin senaryo yazarının katılımıyla gerçekleşen grevin sektöre maliyetinin 2 ila 3 milyar dolar arasında olduğu tahmin ediliyor. Grev, sadece sinema değil, televizyon yapımlarını da çok ciddi bir şekilde etkiledi. Birçok dizi erken final yaparken, bazılarının da gösterimlerine ara verildi. Grevin tarafların belli noktalarda taviz vermesiyle bu yılki Oscar Ödülleri öncesinde sonuca vardırılması ayrıca manidardı.

Peki bu tıkanma ve orijinallik sorunu nasıl çözülecek? Bunun bir çözüme ulaşması şu an için mümkün gözükmüyor. Bunun en belirgin sebebi, çözümü çok önemsemeyen, paranın cazibesine kapılmış film yapımcıları. Kolay olanı keşfettiler ve bununla vakitlerini dolduruyorlar. Yeni bir fikir onlar için radikal bir devrim yapmakla eşdeğer ve riskli bir yatırım. Ama farkında olmadıkları bir şey var: 1895 yılında Lumiere Kardeşler'in raya soktuğu tren, son yıllarda paragöz yapımcılar yüzünden raydan çıktı.

EN KÖTÜ 5 YENİDEN ÇEVRİM

DR. MOREAU’NUN ADASI- THE ISLAND OF DR. MOREAU
1933 tarihli “Island of Lost Souls”un kağıt üzerinde muhteşem görünen ama büyük bir hayal kırıklığı yaratan 1996 tarihli yeniden çevrimi.

ŞEYTANIN OĞLU - THE OMEN
Orjinalinden 30 yıl sonra 2006 yılında tekrar çekilen filmi izlemek kabir azabı çektirir. Şeytanın oğlu Damian’ı Richard Donner imzalı orjinal filmde görmek ise çok ürpertici ama muhteşem.

SAPIK - PSYCHO
Usta yönetmen Alfred Hitchcock’a yapılabilecek en büyük kötülük herhalde, onun başyapıtını alıp, kare kare aynen çekip buna rağmen ortaya rezil bir film çıkarmaktır. Evet, Gus Van Sant bunu başardı!.

PEMBE PANTER - THE PINK PANTHER
Blake Edwards ve Peter Sellers’ı yattıkları yerde ters döndürecek kadar kötü bir yeniden çevrim. Birincisi, gerek varmıydı? İkincisi Steve Martin? Olmamış.

DÜNYANIN DURDUĞU GÜN - THE DAY THE EARTH STOOD STILL
1951 tarihli bu bilimkurgu klasiğini çekmek iyi fikir gibi duruyordu ama ortaya çıkan sonuç tam aksini söylüyordu.

EN İYİ 5 YENİDEN ÇEVRİM

YARALI YÜZ - SCARFACE
1932 tarihli Howard Hawks filmine, Brian De Palma’nın 1983 tarihli yorumu. Al Pacino’nun yüzünü kokaine batırdığı sahne unutulmazlar arasında.

KORKU BURNU - CAPE FEAR
Usta işi bir film. Yönetmen Martin Scorsese, 1962 yapımı aynı isimli filmi dev oyuncu kadrosu eşliğinde bir başyapıta çevirmesini bilmişti.

KÖSTEBEK - THE DEPARTED
Scorsese’dan yine bir başyapıt. Leanordo Di Caprio, Jack Nicholson ve Matt Damon’dan oluşan kadrosuyla evrildiği Hong Kong yapımı “Internal Affairs’den çok daha iyi bir işiçlik koymuştu ortaya.

MUHTEŞEM YEDİLİ - THE MAGNIFICENT SEVEN
Usta yönetmen Akira Kurosawa’nın 1954 yapımı “Yedi Samuray” filminin Amerikan topraklarına uyarlanmış hali pek lezizdi.

KADIN KOKUSU - SCENT OF WOMEN
Dünyaca ünlü İtalyan yönetmen Dino Risi’nin 1974 yapımı filminin Hollywood versiyonu, tango ve mahkeme sahneleriyle hafızalarda yer edinmişti.

Meraklısına not: Bu yazı, Newsweek Türkiye dergisinin 13 Temmuz tarihli 38. sayısında yayınlanmıştır.

CHICKENFOOT!


Rock seviyorum sözde. İlginç gruplar saksı misali kafaya düşmese haberim olmayacak. Yorgun bir haftaya eklenen Cumartesi öğleden sonrası Conan O’Brien fonlu uyuklamadan birden sıyrıldığımda, nedeninin sağlam yürüyen davul bas gitara sağlam çığıran bir solist olduğunu duydum. Kulaklar gözlerden daha önce açılmış olacak ki beyaz gitar üzerine çizili şekilleri falan hayal meyal görünce “Tommy Morello yeni grup mu yapmış?” diye düşündüm. Tam açılamadan artistik bir blues kapanışı üzerine yeni nesil gitar numaralarıyla parça bitip Conan tebrik için sahneye gelince duydum Chickenfoot adını.

İnternete bakınca iş büyüdü tabi. İlk önce gitardaki şahsın Joe Satriani olduğu anlaşıldı. Davulcu Red Hot Chili Peppers’den Chad Smith, vokal Van Halen’dan Sammy Hagar ve bas gene Van Halen’dan Michael Anthony. Vay babam vay deyip gömüldüm.

Grubun amblemi de ilginçti. “Peace” sembolüne benziyordu ama daire değil dikdörtgen içindeydi. Hani ters dönmüş zarfa benziyor diye düşünürken bizim 40 küsür yıllık Peace’in tavuk ayağı iziyle aynı olmasından üretilen grup adı...eh yani.

Az önce seyrettiğim videoyu düşündüm. Derhal Kapıkule’den sınırı geçip Youtube’a bağlandım ve videoyu bulup tekrar seyrettim. Satriani çok önde değildi, pek heyecanlı çalıyorlardı. Ne yalan söyleyeyim kendisi büyük ustalardan olmakla birlikte, solo albümlerinde önde uçurken arkadaki davul basın monotonluğu yüzünden uzun süre dinleyebildiğim bir şahsiyet değildi. Ancak burada tam yerine olmuş diye düşündüm. Kemale ermiş abilerin bu kadar gaza gelmelerinden bir tatlı huzur aldım. Sonra sitelerini bulup okumaya başladım.

Satriani’nin en çok istediği şey meğer sıkı vokal odaklı baba bir rock grubunun üyesi olmakmış. Ancak uzun kariyeri boyunca grup grup dolaştıktan sonra kenara attığı paralarla yaptığı solo kayıtlar patlayınca hiç hesapta olmayan gitar kahramanlığı payesi üstüne yapışmış kalmış. “Chickenfoot’a kadar bana hiç bir grup bu kadar uymamıştı” diyor.

Vokale dönersek Sammy Hagar 70’lerin başında David Lee Roth’un yerine Van Halen’a eklenmiş. Van Halen – David Lee Roth birbirine yapışık isimler. Sammy ne yaparsa yapsın eleştirileceğini bilerek “Grubun ikinci solisti olarak eleştirilmek yerine tek solisti olacaktım” diyor. Böylece Van Halen’ı yeni başarılara taşıyarak epey bir numara albümler üretmişler. Sammy sahne şovlarına artistik ögeler katarak grubu daha önceki halinden farklı bir noktaya taşıdığını söylüyor. Bu noktadan sonra da “Yeni bir kariyer arayışında değildim. Ancak bu tayfayla takıldıktan sonra ancak bir aptal ‘ben yokum’ diyebilirdi. Bu müziğin yapılması ve duyurulması gerekiyordu. Bizi kıyaslayacaksanız Zeppelin’le kıyaslayın” diyor.

Basta Eddie Van Halen’in uçması için pisti hazırlayan Michael Anthony aynı zamanda grubun eşsiz vokal kompoziyonunun oluşmasına geri vokallerle destek oluyordu. “İçimden geleni yapıyorum işte” deyip kısa kesmiş.

Anthony’yi destekleyen ise 80’lerin başında Red Hot Chili Peppers’a katıldıktan sonra kültleri arka arkaya dizip Dünya çapında tanınmaya giden yoldaki taşları döşemeye yardımcı olan Chad Smith. Chad, Chickenfoot’da sıkı rock sallıyor. Hagar “Adama bir mikrofon bile verseniz davul setindeki tüm parçaların sesini gene de duyarsınız. Sıkı ama dengeli. Onun Groove’u olmadan bu grup olmazdı” diyor.

Grup Sammy’nin Meksika’daki barında şans eseri bir araya gelmiş. Sammy ile Michael zevk için çeşitli müzisyenlerle takılırken alışkanlıklar oluşmaya başlamış. Chad’le işler iyi gidince daha ciddi bir şeyler yapalım diye konuşmuşlar. Ancak kendilerini vaadedilmiş topraklara götürecek “tüten” bir gitarcının eksikliği hissedilmiş.

Satch gelip üçlüyle takıldıktan sonra “daha önce hiç hissetmediğim bir deneyim yaşadım” diyor. “Hep istediğim büyük rock grubu rüyasını boşvermek üzereydim. Bir kaç parça çaldıktan sonra müziği aynı şekilde yapmak istediğimiz ortaya çıktı. Aklımızdaki tek soru ‘sıkı bir albüm yapabilirmiyiz’ idi”.

Böylece Chickenfoot’un aynı adlı albümü çıkmış.

Satriani “Bunlar asla tek başıma yapabileceğim parçalar değildi. Bu tür parçaları yaratmak için böyle bir gruba ihtiyacım vardı. Çalarken onlara her zaman yapabileceğimden fazlasını vermeye çalışıyorum. Gruptaki herkes de benzer şekilde davranıyor” diyor.

Sammy parçaların sözlerini de yazıyor. “Konuya takılmıyorum. Joe’dan gelen müziği duyduğumda geriliyorum ve normalde söylemeyeceğim şekilde şarkı söylemeye başlıyorum. Aramızda böyle bir etkileşim var” diyor.

Albümdeki 12 parça ile ilgili grubun kendi yorumlarını Chickenfoot’un 12 günü belgeselinden izlemek mümkün www.chickenfoot.us/12days. Epey makara da var.

Albümden bana kalanlar ise şunlar oldu. Parçalar sıkı - gevşek, derin anlamlı - günlük sıkıntılar, yaşam – aşk arasında dolaşıyor. Bir kaç dinlemeden sonra hepsinin hoşluğu ayrı ayrı farkedilmeye başlıyor.

Sanırım albümün hiti Oh Yeah. Bu parça niye bu kadar sıkı diye incelediğimde başarılı bir formül üzerine kurulu olduğunu gördüm. Roger Waters’ın Pink Floyd günlerinde bol bol kullandığı çekiç yürüyüşü ritmi. Blues shuffle üstüne parçanın geçişlerinin olduğu yerlerde arkaya döşenmiş Hammond benzeri klavye tonları bende benzer keyfi uyandırıyor. Zaten TV’de grupla ilk tanıştığım parça buydu. Yeri ayrı.

Runnin’ Out her şeyin içine etmekte olduğumuz bir dünyada “herşeyin içine ediyoruz” vurgusunu yapıyor. Lazım.

Turnin’ Left. Tam gaz. İlerleyen sololarda Hagar-Satriani atışması var. Bu yaşta o tizler o gırtlaktan çıkıyorsa daha duyacak çok parça var diye düşündürüyor.

Learning to fall ve Future in the Past ağırdan ve derinden giden ne zamandır kimsenin yapmadığı özlediğimiz rock türküleri.


Web: www.chickenfoot.us

MySpace: www.myspace.com/thechickenfoot

Facebook: facebook.com/pages/Chickenfoot/44512487307


Kaya Zeren'e sevgilerle...

Meraklısına not: Bundan böyle bu blog daha aktif olacak. Çok fazla ara verdim. Çok sevdiğim sinema dışında artık müzik yazıları da yer alacak...

ROCK’N ROLL TEKNESİ


Dağıtımcılar bir filmi gösterime sokmak için ne gibi kriterlere bakıyor bunu çok merak ediyorum. Ya da iyi bir filmden anladıkları ne? “Testere” serisi onlar hakkında bir fikir sahibi olmamızı sağlar mı?  Belki de bu durum, vizyona hangi filmin çıkacağına karar verenlerin kendi vizyonlarının olmaması diye açıklanabilir.

İşte karşınızda dağıtımcıların ilgisizliği veya bilgisizliği yüzünden ülke coğrafyasında vizyon görememiş bir enfes film daha. “The Boat That Rocked”.

Filmin kamera arkasında ki isim, senarist-yönetmen Richard Curtis. 

Yönetmen olarak “Love Actually” ile kitlelere kendini tanıtan  ve yeni işleri merak ve takip edilen Curtis’in, senaryo yazarı olarak katkıda bulunduğu filmler arasında, ‘Nothing Hill’, ‘ Four Weddings and a Funeral’, ‘Bridget Jones’s Diary” ve devam filmi “The Edge  of Reason” gibi hafızalarda belli bir tat bırakan filmler bulunuyor.

Oyuncu kadrosu ise iştah kabartan cinsten. Bill Nighy (oyuncu olmasa Rock yıldızı olabilirmiş!) Kenneth Branagh, Philip Semour Hoffmann, Nick Frost ve muhteşem Rhys Ifans.

İngiltere’de 60’lı yıllarda radyo yayını tekelini elinde bulunduran BBC, haftada sadece iki saat Rock’N Roll yayını yaparken, Kuzey denizinde demirlemiş bir gemiden 24 saat Rock’n Roll hizmeti sunulmaktadır.

Radio Rock isimli bu korsan radyoda her birinin ayrı hikayesi olan Dj’ler gün boyu muhteşem müzikleri fanatikleriyle paylaşmaktadırlar. Teknenin Amerikalı Dj’i Kont, hiç bir şekilde konuşmayan, yakışıklı ve kızların sevgilisi Midnight Mark, ortamın avanak aptisi Thick Kevin, haberleri sunmaktan başka bir şey yapmayan, On-the-Hour John, entel Dave ve ortalarda gözükmemeyi başaran folk müzik ve uyuşturucu sevdalısı gece Dj’i Wee Small Hours Bob. Gemide kadın uğursuzluk getirir derler ya. Bu gemide bir tane kadın var ama oda lezbiyen.. Çalışanların yemeklerinden sorumlu kendisi. Bir de filmin en bomba karakteri olan Gavin var tabiki.

24 saatlik korsan yayın ve yayında olan bitenler, tutucu ve çay sever İngiliz parlemantosunun pek hoşuna gidecek cinsten değildir.  Hükümetin bakanlarından Dormandy neredeyse tüm hayatını bu korsan radyo ile mücadeleye adamış manik-depresif bir karakterdir. Yeni yasalarla onları yok etmenin peşindeki Dormandy, Branagh’ın elinde inanılmaz bir karaktere dönüşüyor. Ettiği küfürlere dikkat!

Bir dönem filmi olarak da görebileceğimiz filmde müzikler muhteşem ve filmin hikayesine tam anlamıyla hizmet ediyor. Bu yönüyle ilgiyi hak ediyor. Bir sahnede Sergio Leone ve Ennio Morricone’e bile saygıda kusur edilmiyor.

Filmin içinde çalanlar arasında kimler yok ki. Jeff Beck, The Who, The Hollies, Skeeter Davis, Cream, Jimi Hendrix, Otis Redding, The Supremes, The Turtles, The Kinks ve Smokie Robinson ilk elden akılda kalan isimler.

Hikayesi, oyunculukları, müzikleri, klasik ingiliz aksanıyla içinde güzel tatlar barındıran bu filmi dağıtımcıların insafına bırakmadan bir yerleden bulun edinin izleyin önerin... Bu tekneye bindiğinizde inmek istemeyebilirsiniz. Çünkü bu teknede Rock’n Roll dünyasına ait ne varsa hepsi bir arada.  

16 Mayıs 2009 Cumartesi

HISSS'li JENNIFER!!!



Usta yönetmen David Lynch'in senarist ve yönetmen kızı Jennifer Lynch imzasını taşıyan fantastik gerilim filmi 'HISSS' in ilk fragmanı yayınlandı. Fragmandan gördüğüm kadarıyla arıza bir film var karşımızda. Uzakdoğu efsanelerine dayalı bir kadın suretindeki bir yılanın hikayesini anlatıyor. Fragman rahatsız edici ama bir o kadar etkili ve merak uyandırıyor. Oyuncuları arasında hiç bir ünlünün olmadığı filmin gösterim tarihi henüz belli değil...

Fragmanı http://www.movieweb.com/video/VImmSurnMabips adresinden izlyebilirsiniz....

6 Mayıs 2009 Çarşamba

2 OYUNCU 2 PROJE



MEL GIBSON - THE EDGE OF DARKNESS
Uzun zamandır sesi soluğu çıkmayan Mel Gibson, setlerde. İlk olarak Martin Campbell (Golden Eye, Casino Royale, Vertical Limit gibi heyacan dozu yüksek filmlerin yönetmenidir kendisi)  önderliğinde çekilecek olan drama filmi "The Edge Of Darkness'da izleyeceğiz. Oyuncu kadrosunda ayrıca; Ray Winstone bulunuyor. Filmin senaryosu ise Oscar sahibi William Monahan'a ait. Kasım ayında vizyon yüzü görecek bu filmden hemen sonra; yönetmenliğini Richard Donner'ın yapacağı 'Sam And George' da izleme şansına sahip olacağız... 


MARION COTILLARD - NINE
Kaldırım serçesi Cotillard hız kesmiyor. Temmuzda 'Public Enemies' da izleyeceğimiz aktrisin yeni projesi 'Nine' bol yıldızlı bir romantik müzikal. Filmin yönetmen koltuğunda 'Chicago' ile bu alanda ki rüştünü ispatlayan Rob Marshall. Cotillard’ın dışında kadroda yok yok neredeyse; Daniel Day-Lewis, Penelope Cruz, Judi Dench, Nicole Kidman, Kate Hudson, Sophia Loren ve Stacey Ferguson (nam-ı diğer Fergie)... Filmin gösterim tarihi ise 29 Kasım olarak belirlenmiş. 

FİLM YAPIMCILARI


Sevdiğimiz, tekrar izlediğimiz, ve takdir ettiğimiz filmlere imza atan sadece yönetmen ve oyuncular değil elbette. İşin geri planında olan, her ne kadar bazıları yönetmen ve filmin önüne geçsede yatırdıkları milyon dolarlarla bizlere en iyi filmleri sunan yapımcılara bir göz gezdirelim dedik. Sevdiğim film yapımcıları ve en iyi işlerinden oluşan örnekleri...

ARNON MILCHAN
Neden seviyoruz: JFK, Pretty Woman, The War of the Roses, Once Upon a Time in America, Natural Born Killers, Heat, L.A. Confidental, Fight Club....

BRIAN GRAZER
Neden seviyoruz: Backdraft, Far and Away, Apollo 13, Ransom, Liar Liar, Cinderella Man, Inside Man, The Da Vinci Code, American Gangster, Changeling, Angels&Demons....

J.J. ABRAMS
Neden seviyoruz: Lost, Fringe, Star Trek, Cloverfield, Alias, Forover Young...

KATHLEEN KENNEDY&STEVEN SPIELBERG
Neden seviyoruz: E.T, Poltergeist, Indiana Jones serisi, The Goonies, The Color Purple, Back to the Futere serisi, Empire of the Sun, Arachnophobia, Cape Fear, Jurassic Park serisi, Artificial Intelligence, Munich...

JERRY BRUCKHEIMER
Neden seviyoruz: American Jigolo, Cat People, Flashdance, Top Gun, Bad Boys serisi, Dangerous Minds, The Rock, Con Air, Enemy of the State, Black Hawk Down, Pirates of Caribbean serisi...

JOEL SILVER
Neden seviyoruz: Leathal Weapon serisi, Die Hard serisi, Predator, Matrix serisi, Swordfish, Kiss Kiss Bang, V for Vendetta...

IRWIN WINKLER
Neden seviyoruz: Rocky serisi, Raging Bull, Goodfellas...

N'ayır N'olamaz!!


Güzel yurdumuzda belli zamanlarda heyacan yaratan film projeleri haberleri yapılırdı ve sadece haber olduklarıyla kalırlar ve hiç biri hayata geçmezdi nedense. Atatürk filmi, Kurtuluş Savaşı filmi, İstanbul'un fethi, Dumplupınar filmi gibi nice proje belli aralıklarla ha çekildi ha çekilecek, yok para bulamadık, yok uygun senaryo olmadı, yok bakanlık destek çıkmadı gibi bir bahenelerle rafa kaldırılır bir sonraki heyacan verici bir habere kadar sandıkta bekletilirdi. Şimdi yeni buna benzer bir haber var önümüzde. www. haberturk.com'un kültür sanat sayfasında yayınlanan habere göre 'başarılı' yapımcı Faruk Aksoy; İstanbul'un fethini anlatacak bir filmin hazırlıklarına başlamış. Tarihi filmler çekmek zor filmlerdir. Objektif olanla kurgu olanı iyi harmanlamazsan ortaya ucube bir yapım çıkma olasılığı çok yüksektir. Sinema tarihi de bu tarz ucube tarihi filmlerle doludur. Kaldı ki bu işe soyunan Türkiye'nin Jerry Bruckheimmer'i olarak kabul gören Faruk Aksoy olması ucube bir şeyle karşı karşıya kaldığımızın ilk elden kanıtı gibi. Daha önce yapımcılığını üstlendiği filmelere bakmak (Recep İvedik 1-2, Yeşil Işık, Büyü, Güle Güle-Hepsi ne muhteşem filmlerdi dimi ama) bunları söylemek için yeterli sanırım. Zat-ı muhterem haberde de anlatıldığı üzere anlatım dili ile, oyuncu kadrosu ve müziği ile tarihe ışık tutacak bir çalışma içine girişmiş. Üstüne çekim mekanları seçiliyormuş ve kostümler hazırlanıyormuş. Bunun içinde senaryo çalısmalarına uzman tarihçilerden destek alındığı söylenmiş. Bu filmin sonu ne mi olacak? Fatih Sultan, İstanbu'lu fethedecek ama Faruk Aksoy bir daha ayakta kalabilecekmi bunu merakla beklemekteyim.

Criterion'dan Akademi'ye cevap!!!


Klasik ve başyapıt düzeyindeki filmleri yeniden düzenleyerek piyasaya süren Criterion, tarihinde ilk kez yeni bir filmi koleksiyonuna kattı. "The Cruious Case of Benjamin Button. Oscar'larda sadece teknik dallarda ödüllendirilen filmi erken bir başyapıt kabul ederek koleksiyonuna katması, Oscar Akademi'sine ince bir mesaj olarak algılayabiliriz. 

3 Nisan 2009 Cuma

2009'UN EN BÜYÜK FESTİVALİ!


Birbirinden sağlam  Rock Star'larıyla karşınızda Rock'nFormers!! (Sinema-fanatikten MGuN'a teşekkürler)...

Transformers 2: Revenge of the Fallen'dan yeni bir teaser poster yayınlandı. Bu posterin bir rock festivalini anons etmediğini sanırım hiç kimse söyleyemez. Festivalde iki sahne var. Birinci sahnede Autobots'lar ikinci sahnede ise Decepticons'lar var. Her biri ayrı yıldız olan robotlarımızın kapışmalarını 3. bir süpriz arenada gerçekleşmesi an meselesi. Bu kapışmaya şahit olmak için 26 Haziran'ı beklemek gerekiyor:)

2 Nisan 2009 Perşembe

ENKI BILAL İSTANBULDA!!!


Ünlü Fransız  sanatçı Enki Bilal 28 Mart- 2 Mayıs tarihleri arasında Yapı Kredi Sermet Çifter Salonu'na konuk oluyor. Sergi vesilesiyle 28 Mart'ta sergi salonunda hayranlarıyla buluşanve onlarla söyleşen Bilal'in bu orjinal eserleri Türkiye'de ilk kez sergilenme fırsatı bulacak. 
Aslen Belgrad doğumlu (1951) Fransız çizer, 'Nikopol Üçlemesi' ile tanınıyor. İlk yönetmenliğini; 1989'da 'Bunker Palace Hotel' ile yapan Bilal, 1996'da 'Tykho Moon', 2004'de ise 'Immortel'i çekti. 
Kendini sadece çizgi romanlar çizen ve filmler yapan bir yönetmen olarak görmeyen Bilal, bir hikaye anlatıcısı olduğunun altını kalın çizgilerle çiziyor. Sanatçının orjinal eserleri son iki yıla kadar satışı sunulmuyordu, ama son iki yıldan bu yana eserleri her türlü açık arttırmada rekorlar kırıyor. 2008'de Paris Artcurial'de yapılan müzayedede satılan 32 eserine biçilen fiyat tam 1.5 milyon euro!. 
Önümüzde bir aylık zaman var ve bu bir ay içerisinde bu sergiyi kaçırmamak gerekiyor. İgili bilgili kişilere duyurulur!....
 

2 YÖNETMEN 2 PROJE


Son yıllarda çektikleri filmlerle hayran kitlesini arttıran ünlü yönetmenler; Gore Verbinski ve Chirstopher Nolan yeni projeleriyle beyazperdedeki yolculuklarına devam ediyor. 

Gore Verbinski- BIOSHOCK
Popüler video oyunu sonunda beyazperdede. Universal ve oyunun yapımcı şirketi 2K Games ortaklığı ile yapılacak filmin yönetmen koltuğunda; 'Pirates of Caribbean" üçlemesiyle harikalar yaratan Verbinski oturuyor. Oyunun içeriğindeki kasvet, şiddet ve inanılmaz sualtı görüntülerinin nasıl olacağı merak konusu. Filmin senaryo ise çok güçlü bir isme ait. John Logan. Senaristi, 'Aviator', 'The Last Samurai', 'Gladiator' filmlerinden tanırız biliriz ve severiz. Yönetmen ve senaristi itibariyle umut veren bir çalısma olarak duruyor karşımızda. Gösterim tarihi 2010 olarak kayıtlara geçmis durumda. 

Christopher Nolan-INCEPTION
Kısa filmografisinde 'Memento', 'Insomnia','The Prestige, ' Batman Begins' ve 'The Dark Knight' gibi kalburüstü filmleri barındıran Nolan'dan yeni bir heyecan dalgası daha. Bilim-kurgu aksiyon tadındaki filmin oyuncu kadrosu henüz şekilenmiş değil. Kadrosunda şu an için bir isim belli. O da Leanardo Di Caprio! Yapımda oynaması için görüşülen diğer isimler ise nefes kesici; "Kaldırım Serçesi' Marion Cotillard, 'Batman Begins' in Korkuluğu Cillian Murphy ve 'Juno'nun karnı burnunda yıldızı Ellen Page.. Filmin vizyon göreceği gün ise 12 Temmuz 2010 olarak tayin edilmiş. Bekleyip göreceğiz. 

Şaka Gibi Skandal!!! 'X-Men Origins: Wolverine' nete düştü!




1 Mayıs'ta tüm dünya ile aynı anda vizyona girmesi beklenen filmin, 1 Nisan'da (şaka gibi!) nete düşmesi, Fox ve Marvel'i birbirine düşürdü. 

Marvel, yaptığı bir açıklama ile tüm suçu ortak yapımcı Fox'a attı. Filmin ham halinin dosya paylaşım sitelerinde dolaşıma nasıl çıktığı konusu henüz netlik kazanmadı ama, FBI ve MPAA (Motion Picture Association of America) jet hızıyla bir soruşturma başlatmış durumda. 

Fox, yaptığı bir açıklama ile, sızıntının şirketlerinde görevli bir işçi veya üçücü bir taraf olan film satış elemanlarından şüphelendiklerini belirtti.  Açıklamaya göre, dolaşımda olan filmin eksik sahnelerinin olduğu, görsel ve işitsel efektlerinin henüz tamamlanmamış olduğunun altı çizildi.  

Her iki yapımcı şirket şimdiden zarar hesaplamalarına başladılar bile.  Bu derece yüksek profilli korsanlık olayı ilk değil, daha önce The Incredible Hulk' ve 'Star Wars III: Revenge of the Sith'in de başına gelmişti. Merak edilen filmin gösterimin ertelenip ertelenmeyeceği ve fanların buna vereceği tepkiler... Takipte kalın....




24 Mart 2009 Salı

2008'İN EN İYİ 10 FİLM AFİŞİ (BANA GÖRE!:)


1 - THE DARK KNIGHT
Filmin kendisi bile muhteşemdi. Ayrıca teaser ve devamındaki poster bütünlüğü ise gerçek anlamda takdiri hak ediyor.

2- THE WRESTLER
Rourke'u sahalara döndüren filmin afişi bunu destekler nitelikte idi.

3- BURN AFTER READING
Coen biraderlerin bu komik filminin afişi üç numarayı hak eden bir çalışma. 

4- CLOVERFIELD
Lost'un yaratıcı ekibinden yaratıcı bir film ve filmin afişi. İçerikle olan hissiyat bütünlüğü can alıcı. 

5- THE EYE
Kabus olabilecek kadar güzel!!

6- SAW 5
Bayan serinin tek artısı afişindeki çekicilik...

7- CHOKE
Fight Club'un yazarı Chuck Palahniuk'in aynı isimli kitabından uyarlanan film o kadar başarısız ve keyifsiz bir uyarlama olmuştu ki afişi bile bunu unutturamaz. Ama afiş çok güzel yapacak bir şey yok. Listemizde.:)

8- X-FILES 2: I WANT TO BELIVE
Bir başarısız devam filmi daha. Afişin verdiği etkiyi verebilseydi daha farklı olurdu her şey:)

9- TAXI TO THE DARK SIDE
Alex Gibney'in bu belgesel filmi, Afganistan, Ebu Garib ve Guantanomo üçgeninde yaşananlara kamerasını tutarken, filmin afişi bu filmi görmen gerek diyordu.

10- INDIANA JONES AND THE KINGDOM OF THE CRYSTAL SKULL
Listenin son sırasında ünlü serinin son filmi bulunuyor ve bu film ilk üçü mumla aratacak kadar bir başarısızlık örneği. Ama gel gör ki klasik olmuş afişiyle hala listelere girebiliyor. 

ROBOCOP&ARONOFSKY


Evet başlıkta okuduğunuz gibi:)

Maymun iştahlı ve yeni fikirler çıkmazında olan Hollywood sonunda Robocop' a da el attı. Remake sırası şimdi bu 80'li ve 90'lı yılların kült serisinde. 

İlki 1987 yılında Hollanda'lı yönetmen Paul Verhoven (ünlü yönetmenin Hollywood'da çektiği ilk filmdir) tarafından çekilen Robocop'ta, polis memuru Murphy'in ortağıyla rutin olarak attığı devriye sırasında girdiği bir çatışmada ölümcül yaralar alıp, sonrasında yarı insan yarı makine tadında suçlularla mücadelesi anlatılıyordu. Gişede önemli ölçüde başarı kazanan yapıtın devam bölümleri gelmekte gecikmez ama ilki kadar ilgi görmezler. 

Anlaşılan o ki uyanık yapımcılar yerlerde sürünen Batman'i adam akıllı bir yöne çeviren Nolan'ın etkisinde kalmışlar ve  bu remake projesini Darren Aronosfky'e teslim etmekte de bir sakınca görmemişler. 

Şimdilik projede Aronofsky dışında senarist David Self bulunuyor. Self'in senaryosunu yazdığı yapımlar arasında, politik gerilim '13th Day', Sam Mendes yönetiminde çekilen 'Road To Perdition' ve son olarak henüz vizyona girmeyen Benicio Del Toro'nun başrolünde olduğu 'The Wolf Man' bulunuyor.

Yakın bir zamana kadar oyuncu seçimlerinin yapılacağı gelen haberler arasında. (Ne olur Nicolas Cage oynamasın!!!) 

23 Mart 2009 Pazartesi

YENİDEN KEŞFET: THE ABYSS


Son bir kaç gündür sinema eleştirmeni Burak Göral'ın 'Neden Bazı Filmler Daha İyi' isimli kitabını okuyorum. Seçkisiyle ve  anlatımıyla ilgiyi ve arşivlik olmayı hak eden bir çalışma.  Yazarın beğenileri doğrultusunda anlatılan 16 film içinden, James Cameron imzalı 'Aliens' ı okurken, Cameron'un bir diğer başyapıtı 'Abyss' çok zamandır izlemediğimi fark ettim. Doğrusu bu filmi pek fazla da anımsamıyordum ismi dışında.  Yeniden keşfetmenin verdiği heyecanla tekrar izlediğimde gördüğüm şey, bu filmin gerçekten zamanının çok ötesinde bir film olduğu idi.

1989 yılı yapımı The Abyss'in yönetmeni James Cameron'un deniz ve derinlik tutkusunu bilmeyen yoktur. Bu yapıtında Cameron, kamerasını çok daha derinlere daldırıyor ve ordan eşşiz manzaralar sunuyordu bizlere.  

Filme girmeden önce bizi Nietzsche'nin sözleri karşılıyordu. 'Derin bir kuyunun içine bakarsanız o da sizin içinize bakar'. Adeta film bu söz üzerine yazılmış, çizilmiş ve şekillemiş ardından servis edilmiş gibi. Ayrıca filmin politik yönünü daha ilk baştan anlatan bilinç düzeyi yüksek bir seçim olmuş. Aslında bu söz, filmin sinemalarda gösterilen versiyonunda bulunmuyordu. Politik yönünün yaratacağı ağır etkiden çekinen yapımcı şirketin dayatmasıyla sansüre uğramıştı. Yıllar sonra Jim Cameron, filmi yeniden kurgulayarak daha anlaşılır ve sağlam bir finalle noktalanan işe imzasını atmıstı. 

Filmin konusu kısaca, Amerikan Deniz Kuvvetlerine ait bir nükleer denizaltı bilinmeyen bir nedenden dolayı okyanusun ortasında kırıma uğramıstır. İçinde barındırdığı güç ise Hiroşima'ya atılan bombanın 50 misli hasara neden olabilecek bir güce sahiptir ve bir an önce Rusların eline geçmeden güvenli bir şekilde dipten çıkarılmalıdır. Denizaltının battığı yere yakın bir alanda petrol arama işleri yapan bir şirketten yardım istenir. Şirkete ait son teknoloji ürünü dalış araçları ve bunları kullanan deneyimli personel ve bu personele eşlik edecek olan dört denizci askerle operasyon başlar. Sonrası enfes su altı görüntüleri. Nitelikli bir senaryo. Kayda değer oyunculuklar ve muthiş bir teknik başarı. 

Filmin çekimleri, NASA'nın astronotlarını eğittiği su tanklarında ve yapımcılarına ısrarla yaptırdığı nükleer santralden bozma iki tankın içinde yapılmış. Titizliği ve setteki mükemmelliyetçiliği ile bilinen Jim Cameron oyuncularına ve teknik ekibine uykusuz ve bol sulu zamanlar yaşattığı biliniyor.  Oyuncularının dublör kullanmasına karşı olan yönetmenden en çok herhalde başrol oyuncusu Ed Harris çekmiştir Bir röportajında filmle ilgili şunları söylemiş; 'Eğer çekimler biraz daha uzun sürseydi parmak aralarımızda perdeler sırtımızda solungaçlar oluşacaktı'.

Gerek teknik kapasite gerekse hikayesinin güzelliği ile 20. yılına hazırlanan bu zamanın ötesindeki filmi tekrar izlemek keyifli ve heyecanlı bir deneyim oldu benim için. 

Not: Filmi ilk kez veya yeniden izlemek isteyenler resimde görülen özel versiyonu tercih etsin. Tadı çok başka çünkü. 

22 Mart 2009 Pazar

ODAK NOKTASI- MARISA TOMEI


Geçtiğimiz Cuma ülkemiz sinemalarında vizyona giren ‘The Wrestler’da Mickey Rourke ile birlikte başarılı bir performans sergileyen Marisa Tomei, ‘Odak Noktası’ isimli köşemizin ilk konuğu.

İngilizce öğretmeni bir anne (Patricia) ve avukat bir babanın (Gary) kızları olarak 4 Aralık 1964 Brooklyn’de doğdu. Küçükken sahip olduğu ağır Brooklyn aksanından öğretmen annesinin gerekli yardımlarıyla kurtulan Tomei, 1982 yılında Edward Murrow Lisesi’ninden mezun oldu. Eğitimine Boston Üniversitesi’nde devam eden oyuncu, burada fazla kalmayarak bir yıl sonra soluğu New York Üniversitesi’nde alır.

1983-85 yılları arasında ABC’in gündüz kuşağında yer alan bir pembe dizideki (As the World Turns) performansı kendisine kapıları ardına kadar açar. Bu diziden hemen sonra ‘A Diffirent  World’ isimli sitkomda yer alan aktris, 1992 yılına kadar irili ufaklı bir çok tv projesinde yer alır.

1992 yılı onun için atağa geçme yılıydı ve nitekim öyle de oldu. Jonathan Lynn’in yönettiği ‘My Cousin Vinny’ de ki ‘Mona Lisa Vito’ rolüyle harikalar yaratırken, Akademi bu emeği es geçmeyip kendisine ‘En iyi Yardımcı Kadın’ Oscar’ını takdim etti. Aynı yıl Sir Richard Attenbrough’un ‘Chaplin’ filminde de başarılı bir oyunculuk sergiledi. Bir yıl sonrasında ise ‘Untamed Heart’ de ki garson kız olarak belleklere iyiden iyiye kazınan Tomei, peşi sıra çevirdiği filmlerle yerini sağlama aldı.

2001 yılına gelindiğinde, Todd Field yönetiminde, usta oyuncular Sissy Spacek ve Tom Wilkinson’la başrolleri paylaştığı ‘In The Bedroom’ filmiyle bir kez daha ‘En iyi Yardımcı Kadın’ Oscar’ına talip olur ama ödülü ‘A Beautiful Mind’ daki yorumuyla Jenniffer Connelly’e kaptırır. Törenden buruk ayrılan yıldızımız kendini Adam Sandler ve Jack Nicholson ile birlikte ‘Anger Management’in setinde bulur.

42 yaşında iken, efsane yönetmen Sidney Lumet’in ‘Before the Devil Knows You're Dead’ filminde, ilk kez güzelliğini cömertçe sergiler. Daha filmin açılısında Philip S. Hoffman ile yataktadır ve bu sevişme sahnesinde kendisinin  hemen her yerine vakıf oluruz.Bu sahne o kadar gerçekçi görünmektedir ki sonrasında Hoffmann, tamamen bir rol olduğunun altını çizmek durumunda kalmıştı. Ama kadın kısmı bu konuyla ilgili sessizliğini şimdiye kadar bozmuş değil.  

Son olarak Darren Aronofsky filmi ‘The Wrestler’ ile yine bizleri kendinden mahrum etmez ve loser bir striprizciye hayat verir. Bu rol ona kariyenin üçüncü Oscar adaylığını getirecektir ama ikinci kez eli boş dönecektir.

ARKA ODA BİLGİLERİ

Okuduğu liseden mezun olanlar arasında, aktör kardeşi Adam ve son filminde oyunculuk yaptığı ünlü yönetmen Darren Aronofsky’de bulunuyor.

Mısır Tanrı’sı Ra’nın gözlerinin olduğu bir dövmeye sahip.

İtalyan asıllı. Hem İtalya hem de Amerikan vatandaşı.

Tyra Banks ve Jeff Bridges aynı gün doğumlu. 

Kendisine sevgili olarak sırasıyla, 90’ların başında Robert Downey Jr., sonunda (1999) Dana Ashbrook, Frank Puglise ve tarihler 2009’u gösterirken 1976 doğumlu Logan Marshall Grenn’ı seçti. 

19 Mart 2009 Perşembe

Acı Kayıp


Geçtiğimiz günlerde Kanada' da yaptığı kayak sırasında geçirdiği kaza sonucu başından yaralanan ünlü oyuncu Natasha Richardson, tedavi gördüğü New York Lenox Hill Hospital'da yaşama veda etti. 

1963 doğumlu Richardson, ünlü yıldız Vanessa Redgrave'in kızı aktör Liam Neeson'un eşiydi. İlk sinema deneyimini henüz 4 yaşında iken yönetmenliğini babası Tony Richardson'ın yaptığı 'The Charge of the Light Brigade' ile yaşamıştı. 

Oynadığı önemli filmler arasında, eşi Neeson ile tanışmasına vesile olan 'Nell', 'The Handmaids Tale', 'Gothic', 'Blow Dry', 'Maid in Manhattan' ve 'Evaning' yer alıyor. Richardson son olarak geçtiğimiz yıl 'Wild Child' isimli Nick Moore dramasında rol almıştı. 

Richardson'ın hayata gözlerini yumduğu sırada yanında aktör eşi Neeson, annesi, oyuncu kardeşi Joel Richardson (Nip/Tuck) ve iki oğlu bulunuyordu. 

Vizyonda Bu Hafta Bunlar Var...

20 Mart Cuma günü sinemalara düşecek 6 film...


HUNGER
Steve McQueen'den sert bir film. Her bünyeye hitap etmiyor kesinlikle. Ama izlenmesi görülmesi gereken bir deneyim olarak vizyondaki yerini alıyor. Hapishanede insanlık dışı bir takım zor şartlara maruz bırakılmış Boby Sands'ın içinde oldukça zor anlar barındıran öyküsü keşfe değer.

GÖLGE
Bu haftanın yerli yapım kontentajını dolduran 'Gölge', Peyami Safa'nın 'Selma ve Gölge' isimli romanından uyarlandı. Filmin yönetmen koltuğundaki isim Mehmet Güreli.  Memet Ali Alobara, Görkem Yeltan ve Serkan Ercan'ın oynadığı film, gizemlerle bezeli bir kadını ve iki yakın arkadasın yavaş yavaş birbirine düşmesini ustalıklı bir kurgu ve yönetimle anlatıyor. 

RACE TO WITCH MOUNTAIN
Haftanın yetişkinlerden ziyade çocuklara hitap eden filmi. Başroldeki isim Dwayne Johnson. Taksi şöförü Bruno'nun müşteri olarak arabasına aldığı iki yeni yetmenin başına açtığı gizemli aksiyon dolu macerasını anlatan filmin yönetmeni Andy Fickman.

DUPLICITY
Julia Roberts ex CIA ajanı Claire Stenwick, Clive Owen ex MI6 ajanı Ray Koval rolünde. Gizli servislerdeki görevlerinden ayrılıp özel şirketlere hizmet vermeye başlayan ajanlarımız, çalıştıkları şirkete servet ve itibar kazandıracak bir ürünün förmülünü ele geçirmeye çalışmaktadırlar.  Bin tane  entrikanın döndüğü bu filmi 'Michael Clayton'dan anımsayacağınız Tony Gilroy yönetmiş. 
THE WRESTLER
Mickey Rourke'u tekrardan sahalara döndüren enfes bir film.  Bir zamanların eski şampiyon güreşcisi Randy'in açmazlarla dolu yaşam öyküsünde Rourke'a olgun güzellik Marisa Tomei eşlik ediyor. Rourke, dönüşünü müjdeleyen filmiyle 2009 Oscar'larında adaylık kazanmış ama ödülü Sean Penn' e kaptırmıştı. 'Requiem for a Dream' ile zirve yapan Darren Aronofsky filmi yöneten isim. 
Meraklısına not: Finalde çalan efsane Guns N'Roses parçası 'Sweet Child O'Mine' ı Mickey Rourke'un kankası (herhalde botox kardeşliği falan yaptılar) Axl Rose beş kuruş para almadan gözü kapalı vermiş. 


THE HORSEMEN
İncil'de bahsi geçen Mahşerin Dört Atlısı'nı kendine şiar edinen bir seri katil filmi. 4 atlı, 4 kurban ve 4 acı veren sır.... Dennis Quaid ve Ziyi Zhang'ın oynadığı bu gerilim filmini Metallica'ya çektiği (Turn The Page ve Whisky in the Jar) video klipleriyle tanınan Jonas Akerlund yönetiyor.