
Seyircisi için bir filmi ne başarılı kılar? Orijinal bir hikâye ve bunun etrafında gelişen karakterlerin gösterdikleri performanslar. Son yıllarda izlediğimiz bazı filmlerde ben bunu bir yerden hatırlıyorum tadını alıyoruz artık. Çünkü daha önce izledik! Geçtiğimiz ay görücüye çıkan "Public Enemies" (Halk Düşmanları) tam bu tatta bir film. Hikâyesi, olay örgüsü, karakterleri ve bu karakterlerin filmdeki gelişmiyle, yine aynı yönetmenin çektiği 1995 tarihli efsanevi film "Heat"i (Büyük Hesaplaşma) anımsatıyordu.
Malumunuz, dünya sineması uzun yıllardır, adına Hollywood denen gösteri dünyasının etkisi altında. Majör film yapım şirketlerinin başkenti Hollywood'dan son dönemde gelen yapımlara baktığımızda, yaratıcılıktan yoksun, beklentileri karşılamayan birçok film izledik. Her ne kadar gişede beklenen (daha çok yapımcısının beklediği) hasılat rakamlarını yakalasalar da, Hollywood sineması belli bir oranda orijinal fikirlerden uzak, kendini sürekli tekrarlayan bir yapının içine tıkılıp kaldı.
Bu tıkanmanın belli başlı nedenleri var. Öncelikle artık sinema Hollywood ve onun anlattıklarından ibaret değil. Günümüzde artık dünyanın çeşitli coğrafyalarından çok farklı ve seyircisini memnun eden yapımlar sinema salonlarına uğramaya başladı. Önceleri Fransız, Alman ve İtalyan sineması Hollywood'a kafa tutarken bu üçlüye İran, Norveç, Japonya, Çin'den gelen nitelikli yapımlar da katıldı. Bu filmler seyirci alışkanlıklarını radikal olmasa da ciddi oranda değiştirdi. Artık bu ülkelerin filmleri, dünya festivallerinde gösterime giriyor ve birçok ödülün de sahibi oluyor.
Bu "dış kaynaklı" ataklar Hollywood'daki tıkanmanın ilk nedeni ise, ikincisi de Hollywood'un bu ataklara karşı bulduğu çözümün kendisidir. Dünya sineması üzerindeki kartel konumunu sarsan bu gelişmeden kendini korumak için Hollywood, kendince çözüm üretmekte gecikmedi: Bu ülkelerden çıkan iyi filmleri yeniden çekmek. Hesapta bu hem kendi vatandaşına (Amerikan film izleyicisinin altyazılı film izleyemediği rivayet edilir!) hem de dünya sinemasına aynı yemeği başka tencerede pişirip başka tabakta sunarak pazardaki yerini koruma olanağı sağlayacaktı.
Hollywood'un remake (yeniden çevrim) olarak adlandırılan bu yapıdan da beklediğini bulduğunu söylemek zor. Çünkü her şeyden önce esas öykü "oraların öyküsü"; Amerikanlaştırıldığında orijinalliğinden göze batacak kadar uzaklaşabiliyor. Michael Haneke'in "Funny Games"i, Pang Brothers'ın "Bangkok Dangerous"ı buna iyi birer örnek. Bu yeniden çevrimler asıllarının yönetmenleri tarafından bizzat çekilmiş olmasına rağmen ne yazık ki, orijinal dokularından fersah fersah uzaktı.
Yeniden çevrim salgınına kapılması Hollywood'u, içinde bulunduğu sıkıntıdan kurtarmaya yetmedi. Cebi şişkin film yapımcılarının yeniden çevrimlere olan ilgisinin nedeni ise, hâlâ ceplerinde boş yer bulunduğunu düşünmeleriydi. Neticede hazır bir yapıyı aynen alıp sadece birkaç ince ayar çekmek de kalitesiz yapımları beraberinde getirdi. Yetmedi 10. yıl, 20. yıl gibi bahaneler veya yeni nesil de yeni teknoloji ile izlesin düsturundan hareketle, eskinin iyi filmlerine el atıp bir anlamda kendi tarihlerini yağmalamaya başladılar. Bunun son örneği ise, "The Taking of Pelham 123" (Metrodan Kaçış). Yönetmen Joseph Sargent imzalı, orijinal yapımın günümüze uyarlanmış versiyonunu, video klip estetiğiyle görsele odaklı -hikâye mühim değil- filmler çeken Tony Scott yönetiyor. Kadrosunda Denzel Washington ve John Travolta gibi yıldızların olduğu film, test gösterimlerinde aslının kötü bir kopyası damgasını yemekten kurtulamadı.
Aslında bu yeniden çevrim furyası bugüne özgü bir durum değil. Ama eskileri, günümüzdeki yeniden çevrimlere göre nispeten daha başarılı ve hatta kaynaklandığı filmin başarısını bir adım öteye taşıyabilen filmlerdi. Howard Hawks imzalı 1932 tarihli "Scarface"in yeniden çevrimi, başyapıt statüsündeki Brian De Palma imzalı aynı adlı film bunun ender örneklerindendir. Son dönemin gözdesi Uzakdoğu sineması bundan 49 yıl önce de iştahlı Hollywood yapımcılarının gözbebeğiydi. Buna en iyi örnek, Akira Kurosawa'nın efsane filmi "Shichinin No Samurai" (Yedi Samuray) filmidir. Bu uzak ülkenin başyapıtı, döneminin en iyi yönetmenlerinden John Sturges'ın elinde Yul Brynner, Eli Wallach, Steve McQueen, Charles Bronson gibi kalbürüstü oyuncu kadrosuyla bir western klasiğine dönüşmüştü. Mesele çok basitti aslında, hikâyenin ana damarını sabit tutup kendi kültürüne uygun bir şekilde yerleştirdiğinde ortaya çıkan sonucun kötü olması imkânsızdı. Bu geçmişte başarı ile uygulanırken şimdi ne değişti?
Gelişen teknolojik altyapı sayesinde oluşturulan görsel zenginliğin, çoğu zaman hikâyeye hizmet edememesi ve hatta hikâyeyi geri plana itmesi bir yanıt olabilir. Sinema teknolojisi baş döndürücü hızla ilerlerken hikâyeyi buna paralel olarak geliştirmek film yapımcıları, majör stüdyoların memur senaristleri ve yönetmenlerinin pek işine gelmedi. Hikâyeyi binlerce kere işlenmiş klişeler yumağına çevir, yüksek ücretlerle seyirciyi salonlara çekecek jön ve aktrisleri anlaşmaya ikna et, üstüne iki tane göz alıcı görsel ve işitsel efekt ekledin mi film görücüye çıkmaya hazır olur.
Yaşayan efsaneler, Al Pacino ve Robert De Niro'yu karşılıklı oynatıp ortaya rezillikten başka malzeme çıkartamayan, memur yönetmen John Avnet imzalı, 2008 yapımı "Righteous Kill" tam böyle bir seyir izliyordu ve artık gözünü açan izleyici gerek gişede gerekse eleştirel olarak filme olan tavrını gerektiği gibi ortaya koyuyor.
Hikâye ve orijinallik sıkıntısı içindeki Hollywood her zaman yaptığı gibi, günü kurtarmak için edebiyat, çizgi roman ve video oyunları uyarlamalarına ağırlık veriyor. Ama bunda da tam olarak istediğini alabilmiş değil. Devasa bütçelerle çekilen blockbuster'lar (genelde yaz sezonu görücüye çıkan, bütçesi geniş, dev oyuncu kadrosu bulunan ultra efektlerle bezeli filmler) bile kimi zaman gişede hüsrana uğrayabiliyor. Mesela "Spirit" ve "Watchmen" gibi çizgi roman uyarlamaları...
İşi artık arsızlığa kadar götüren Holly-wood, yaz dönemi yüksek bütçeli filmlerin karşısına harf oyunlarıyla bezeli çakma versiyonlarını da piyasaya sürmeyi kendinde hak görüyor. Ve evet bunun da bir ismi var artık "Mockbuster". Bunların tek farkı da sinema salonları yerine direkt DVD pazarına çıkmaları. Bu yazın hiti "Transformers 2: Revenge of the Fallen" daha vizyona girmeden, muhtemelen, birkaç ay öncesinde yayınlanan fragmanlarına bakıp, hikâyesi yazılıp, beşinci sınıf görsel efektlerle donatılıp tam bir işkenceye dönüştürülen "Transmorphers: Fall of Man"ı çekebiliyorlar. Bu kötü replika ilk değil elbette. Ama bütün son dönem replikaların Los Angeles merkezli The Asylum isimli yapım şirketinden çıkması da ayrıca dikkate değer. Bu şirketten çıkan çakma filmlerin listesi oldukça kabarık: 100 Million BC, 2012 Doomsday, The Da Vinci Treasure, The War of the Worlds, The Day the Earth Stopped. Mockbuster filmlerini üreten The Asylum şirketine açılan ilk ve tek dava Fox'dan geldi. Fakat dava ne yazık ki davalı şirketin lehinde sonuçlandı.
Orijinal bir fikri ticari olarak riskli bulan bu yapımcıları zorlayan başka bir nokta ise, geçen yılki senaryo yazarları greviydi. Gelişen teknoloji ve küreselleşen dünyanın sonucu olarak ortaya çıkan birtakım yenilikler, senaryo yazarlarının yapım şirketlerinden farklı talepler istemesine yol açtı. Bunlardan en dikkat çekicisi, internet üzerinde gösterilen ve satışı yapılan filmlerden de pay istemeleriydi; bir diğeri ise satılan her DVD'den aldıkları payın arttırılması. Her satılan DVD'den 2 cent olan payın 5 cente çıkarılması talep ediliyordu. 100 gün süren ve 12 bin senaryo yazarının katılımıyla gerçekleşen grevin sektöre maliyetinin 2 ila 3 milyar dolar arasında olduğu tahmin ediliyor. Grev, sadece sinema değil, televizyon yapımlarını da çok ciddi bir şekilde etkiledi. Birçok dizi erken final yaparken, bazılarının da gösterimlerine ara verildi. Grevin tarafların belli noktalarda taviz vermesiyle bu yılki Oscar Ödülleri öncesinde sonuca vardırılması ayrıca manidardı.
Peki bu tıkanma ve orijinallik sorunu nasıl çözülecek? Bunun bir çözüme ulaşması şu an için mümkün gözükmüyor. Bunun en belirgin sebebi, çözümü çok önemsemeyen, paranın cazibesine kapılmış film yapımcıları. Kolay olanı keşfettiler ve bununla vakitlerini dolduruyorlar. Yeni bir fikir onlar için radikal bir devrim yapmakla eşdeğer ve riskli bir yatırım. Ama farkında olmadıkları bir şey var: 1895 yılında Lumiere Kardeşler'in raya soktuğu tren, son yıllarda paragöz yapımcılar yüzünden raydan çıktı.
DR. MOREAU’NUN ADASI- THE ISLAND OF DR. MOREAU
1933 tarihli “Island of Lost Souls”un kağıt üzerinde muhteşem görünen ama büyük bir hayal kırıklığı yaratan 1996 tarihli yeniden çevrimi.
ŞEYTANIN OĞLU - THE OMEN
Orjinalinden 30 yıl sonra 2006 yılında tekrar çekilen filmi izlemek kabir azabı çektirir. Şeytanın oğlu Damian’ı Richard Donner imzalı orjinal filmde görmek ise çok ürpertici ama muhteşem.
SAPIK - PSYCHO
Usta yönetmen Alfred Hitchcock’a yapılabilecek en büyük kötülük herhalde, onun başyapıtını alıp, kare kare aynen çekip buna rağmen ortaya rezil bir film çıkarmaktır. Evet, Gus Van Sant bunu başardı!.
PEMBE PANTER - THE PINK PANTHER
Blake Edwards ve Peter Sellers’ı yattıkları yerde ters döndürecek kadar kötü bir yeniden çevrim. Birincisi, gerek varmıydı? İkincisi Steve Martin? Olmamış.
DÜNYANIN DURDUĞU GÜN - THE DAY THE EARTH STOOD STILL
1951 tarihli bu bilimkurgu klasiğini çekmek iyi fikir gibi duruyordu ama ortaya çıkan sonuç tam aksini söylüyordu.
EN İYİ 5 YENİDEN ÇEVRİM
YARALI YÜZ - SCARFACE
1932 tarihli Howard Hawks filmine, Brian De Palma’nın 1983 tarihli yorumu. Al Pacino’nun yüzünü kokaine batırdığı sahne unutulmazlar arasında.
KORKU BURNU - CAPE FEAR
Usta işi bir film. Yönetmen Martin Scorsese, 1962 yapımı aynı isimli filmi dev oyuncu kadrosu eşliğinde bir başyapıta çevirmesini bilmişti.
KÖSTEBEK - THE DEPARTED
Scorsese’dan yine bir başyapıt. Leanordo Di Caprio, Jack Nicholson ve Matt Damon’dan oluşan kadrosuyla evrildiği Hong Kong yapımı “Internal Affairs’den çok daha iyi bir işiçlik koymuştu ortaya.
MUHTEŞEM YEDİLİ - THE MAGNIFICENT SEVEN
Usta yönetmen Akira Kurosawa’nın 1954 yapımı “Yedi Samuray” filminin Amerikan topraklarına uyarlanmış hali pek lezizdi.
KADIN KOKUSU - SCENT OF WOMEN
Dünyaca ünlü İtalyan yönetmen Dino Risi’nin 1974 yapımı filminin Hollywood versiyonu, tango ve mahkeme sahneleriyle hafızalarda yer edinmişti.
Meraklısına not: Bu yazı, Newsweek Türkiye dergisinin 13 Temmuz tarihli 38. sayısında yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder