
Hollywoood'un görkemli hayalciliğinden bağımsızların can acıtan gerçekliğine, sinemada romantizm.
Geçen cuma tüm dünya ile aynı anda ülkemizde vizyona giren "Yeni Ay" (New Moon) filmi, büyük ilgiyle karşılandı. Amerika'da olduğu gibi sinema kapılarında iki gün önceden kamp kurulmasa da filme gidebilmek ve kerametini çözebilmek için çok önceden rezervasyon yaptırmış olmak gerekiyor. Stephanie Meyer'in çok satan "Alacakaranlık" (Twilight) kitap serisinden beyazperdeye ışık hızıyla evrilen ikinci film, ilkine nazaran daha karanlık ve depresif bir vampir-romantizmi. "Yeni Ay"ın yedinci sanata katkısı, gişe rekorlarını altüst etmekten öteye gidemeyebilir. Zira aslına bakarsanız bu, 'ana akım' sinemanın kitle romantizminden başka bir şey değil.
Ana akım (main stream), kısaca popüler filmler için kullanılan genel bir tanımlama. Amerikan sinemasının (Hollywood) kitlelere yönelik filmlerinde kullandığı en büyük koz ise romantizm. Romantik yapı genelde bir savaşın veya trajik bir hikâyenin üstüne ya da altına kurulur. Yani halen tüm zamanların en iyi filmleri listesinde üst sıralarda yer alan "Rüzgâr Gibi Geçti" (Gone With the Wind - 1939) gibi: Bu film Amerika iç savaşı sırasındaki tutku dolu bir aşkı anlatır. Savaş ortamında insanların değişebileceğini, açlık ve beraberinde gelen sefaletin neler yaptırabileceğini gözler önüne sermiş, sinema tarihine Scarlett O'Hara karakterini kazandırmıştır. Görsel yapısı ve hikâyesiyle zamanının ötesinde bir gerçeklik sunar seyircisine. Bu yapıyı sonraki yıllarda "Pearl Harbor" (2001) kullandı, ama gişe başarısı dışında pek bir iz bırakmadı.
Ana akım sinemanın başarı göstergesi ise filmin ne kadar kişinin izlediği, yani gişe geliridir. Görsel yapının teknolojinin yardımıyla uç noktalara taşındığı bu yapımlarda hikâye, ziyadesiyle geri plana itilir. Orjinallikten uzak filmler sinema salonlarını doldurur; biz de bayılarak izleriz.
İnsanoğlu belli zaman dilimlerinde birçok kez bunu yaşamıştı. Kuşkusuz burnumuzun önünde duran en yakın tarihli örnek, usta yönetmen James Cameron'ın 1997 yapımı "Titanik". Nisan 1912'de "batmaz" denerek denize indirilen dev transatlantiğin daha ilk seferinde buzdağına çarparak 1500 kişiye demirden mezar olmasını, muhteşem bir görsel şölen sunarak anlatır film. Yaşanan trajediyi kendisine fon olarak seçen senarist, ön plana ise zengin kız-fakir oğlan hikâyesini yerleştirir. Jack Dawson (Leonardo DiCaprio) ve Rose'un (Kate Winslett) kısa süren aşklarının karşısında duran zengin zümrenin "insanlıktan" nasibini almadığını görür ve onlara film boyunca acıyarak bakarız. Üstelik sonunu bilmemize rağmen (Gemi batar!) bunu defalarca izlemekten kendimizi alamayız. Seyirci bu pastiş yapıyı (bir metinden başka bir metne alıntı yapmak) çok sever ve filmi sinema tarihinin zirvesine yerleştirir. Yani: 11 Oscar ödülü (En iyi film dahil) ve yaklaşık 1 milyar 900 milyon dolar gibi hâlâ kırılamayan bir gişe geliri.
Romantik filmlerin izleyenler üzerindeki etkisi genellikle bir nevi "izle ve kendini iyi hisset" halidir. Adem ve Havva'dan bu yana insanlığın en büyük dertlerinden birisi olan "aşk" üzerine yazılmış, çizilmiş filmlerin genel havası da bu yöndedir. Tutkulu ama imkânsız, türlü engellerle karşılaşılan (savaş, hastalık, zengin-fakir, üçüncü kişinin varlığı vb.) ve bu engellerin finale doğru bir bir aşılmasına tanık olmak, finalde ise kahramanların sarılıp öpüştüklerini izlemek... Bu insanoğlunun kendi gerçekliğinden bir süreliğine sıyrılmasını sağlar ve kendini izlediği kahramanın yerine koyarak, gerçekte kazanamadığı zaferi kazanmasına vesile olur.
Damarı yakalayan Hollywood, öteden beri emsal teşkil edebilecek başyapıtlarını ortaya koyar: William Wyler'ın yönettiği, Laurence Olivier ve Marle Oberon'un oynadığı "Uğultulu Tepeler" (The Wuthering Heights - 1939) gibi. 1940'ta "Köşedeki Dükkan (The Shop Around the Corner) filminde James Stewart, hiç görmediği bir kadınla (Margaret Sullavan) sürekli mektuplaşır. İkili zaman içinde kiminle mektuplaştığını merak etmeye başlar. Sonuç? Aslında birbirlerini çok yakından tanıyorlardır. Bir nevi "sen farkında olmasan bile o (aşk) seni bir şekilde bulur ve kapılır gidersin" teması. Yani ana akımın en çok sevdiği kadercilik oyunu. Romantik komedinin ilk örneklerinden biri olan bu filmin, günümüz teknolojisiyle birlikte değişen yaşam koşullarına uydurulmuş halini 1997'de tekrar izleriz: "Mesajınız Var" (You've Got Mail). Romantik komedilerin günümüz yıldızlarından Meg Ryan ve Tom Hanks internetteki bir sohbet odası vasıtasıyla tanışır ve olaylar gelişir...
Yeniden savaş zamanı romantizmine dönecek olursak, "Tekrar Çal Sam" repliği ile hafızalara kazınan, 1942 yapımı "Casablanca"yı anmamak olmaz. â¨Michael Curtiz'in yönetmenliğini yaptığı filmde, Humphrey Bogart ve Ingrid Bergman, adeta Casablanca tarihine kendi kaderlerini yazarlar. Savaş zamanı gözlerden ve gönüllerden uzak bir ülkede bar işleten kahramanımız Rick (Bogart), barına eski sevgilisi Ilsa'nın (Bergman) gelmesiyle kaderden kaçamayacağını anlar ve orada kurduğu steril dünyası bir anda altüst olur. Filmin finalinde ise, izleyenleri gözyaşlarına boğan bir romantizm yaşanır. Savaş fonlu tutkulu bir aşk, görkemli sahneler ve insanın içini parçalayan bir final. Bu mayayı yıllar sonra, 1965'te, usta yönetmen David Lean "Dr. Jivago"da başarıyla kullanıp sinema tarihine bir başyapıt kazandırmıştı. Uzun süresine karşılık (180 dk.) insanı sıkmayan, kendine bağlayan olay örgüsü ve oyunculuklarıyla göz kamaştıran yapım, yıllar sonra bile izlendiğinde ilk etkiyi yaratıyor. Film, Rusya'daki Bolşevik Devrimi'ni kendine arka plan yaparak üçlü bir aşk hikâyesini anlatır. Bu üçlü ilişki bir anlamda Hollywood'un bilinen muhafazakâr yapısına ters olsa da, usta senaryosu ve görkemli kadrajlarıyla bunun görmezden gelinmesini sağlamıştı.
Kitlesel romantizmin en akılda kalan filmlerinden biri de "Aşk Hikâyesi"dir (Love Story - 1970). Arthur Hiller'ın yönettiği, Erich Segal'ın kaleminden çıkma bu filmi, unutulmaz yapan ise müziği dışında afişinde de yazan "Aşk hiçbir zaman pişman olmamaktır" sözüdür. Bu filmle birlikte savaş fonlu romantizmden sıyrılan (şimdilik) ana akım sinemanın içine yeni olgular dahil olur: Trajik bir hastalık, aile içi çatışma... Bu sebepten kitlesel romantizm kurallarının da yeniden belirlendiği bir yapımdır. Zira "Aşk Hikâyesi" iyi anlaşan ve birbirini tutkuyla seven, entrikalarla birlikte ayrılan, barışan, birbirini suçlayan çiftin hikâyesi, yani gerçek hayatın bir kesiti gibidir. Bu yeni pastiş yapı sonraki dönemlerde sık sık sinema salonlarını ziyaret edecek ve başka ülke sinemalarını da etkisi altına alacaktır (özellikle Türk sinemasını).
Savaş, trajedi ve hastalıktan yeterince beslendiğini düşünen kitlesel romantizm, 70'li yılların sonlarına doğru (Woody Allen, "Annie Hall-1977) komedi janrını da yanına alarak romantik-komediye evrildiği bir döneme girer. Aslına bakarsanız romantik komedi, sinemanın başlangıcından beri bir köşede duruyordu. ("Adam's Ribs-1949", "His Girl Friday-1940", "Some Like it Hot-1959") Ama romantik komediye geçişle birlikte aşkın ve romantizmin tanımı yeniden şekillenmiş 'sorgulama' aşamasına geçilmiş ve bu sırada komedinin nimetlerinden fazlasıyla faydalanmıştır. Neticede sorgulama muhafazakâr Hollywood için "uç"tur ve bunu seyircisi için kılıfına uydurmak zorundadır. Buna en iyi örneğimiz, 1989 tarihli "Harry Sally ile Tanışınca" (When Harry Met Sally) kitlesel romantizmin baş tacı filmlerindendir. Filmin sonuna kadar bir erkekle bir kadının arkadaş olup olamayacağı sorgulanır. Filmde geçen hiçbir ayrıntı izleyene yabancılık hissettirmez. Büyük görkemli yapay setlerden uzak, hikâyeyi ön plana alan bir yapım, ana akım tarafından desteklenen bağımsız sinema gibidir. Ayrıca romantik filmlerin kraliçesi ünvanını bu filmle alan Meg Ryan'ın canlandırdığı Sally'nin, yemek masasındaki orgazm taklidi tür içinde bir ilk niteliğindedir.
"Harry, Sally ile Tanışınca"nın yakaladığı başarıyla birlikte, romantik komedi altın dönemini yaşar. "Özel Bir Kadın" (Pretty Women-1990), içinde her ne kadar psişik öğeler barındırsa da bu janra dahil olan "Hayalet" (Ghost-1990), "Sevginin Bağladıkları" (Sleepless in Seattle-1993), "Aşık â¨Shakespeare" (Shakespeare in Love-1998) gibi filmler zihinlere kazınır.
2000'lerle birlikte bağımsız sinemanın önlemeyen (önlemeyi isteyen de yok) yükselişi, romantizm bölgesinden de uzak kalmadı. Ana akım sinemanın klişelerle bezeli yapımlarının tam karşısında yer alan bağımsızlar; kitleyi değil bireyi ön plana çıkarmaları, gerçekçi ve modernist yapılarıyla ilgiyi fazlasıyla hak ediyor.
Ayrıca muhafazakâr yapıyı da yerle bir edecek derecede güçlü uç örnekler sergiliyorlar. Elbette ana akım da kendini zamanın koşullarına adapte etmesini bildi, fakat yine de bu konuda bağımsızların çok gerisinde kaldıkları söylenebilir. Bunun için birkaç iyi örneğimiz var: İlki, "Sil Baştan" (Eternal Sunshine of the Spotless Mind). Yönetmenliğini Michel Gondry'nin yaptığı, Charlie Kaufman'ın, ayrıntılarla dolu bu muhteşem hikâyesi, modernist gençliğin başucu filmlerinden birisi oldu. Bağımsızlardan gelen diğer harikamız ise, 2006 yapımı "Bir Zamanlar" (Once). Film için müzikal-romantik-komedi diyebiliriz. Dublin'de bir sokak müzisyeni ile ülkesindeki yoksulluk ve savaş yüzünden orada yeni bir yaşama başlayan kadının öyküsü. Film, kimi zaman güldüren, kimi zaman en ağırından mide sancısı çektiren öyküsüyle gözlerde yanma hissi veren bir duygusal yoğunluğa sahip. Ve bir o kadar gerçek bir film. Aşk, yalnızlık, müzik, kızgınlık, yoksulluk, yoksunluk hepsi birarada ve o kadar güzel harmanlanmış ki can acıtan finaline rağmen hafif bir tebessümle kapatıyorsunuz filmi. Dudağımıza yerleşen o hafif acı tebessüm umuttan başka bir şey değil.
Geçen ay vizyon yüzü gören "Aşkın 500 Günü"nde (500 Days of Summer) ile -çeviri saçmalığına güzel bir örnektir ayrıca- yine birey odaklı romantizme kucak açıyoruz. Kahramanımız Summer (can alıcı güzellikte Zooey Deschanel) aşka inanmıyor; dertsiz tasasız, bağlanmanın olmadığı, sorumluluğun adının bile geçmediği bir ilişki peşindeyken ona tutulan Tom (Joseph Gordon-Levitt) tutkusunu, onun istekleri doğrultusunda yaşar, gün gelince bunun rahatsızlığı baskıya dönüşür. Kendi içindeki volkana söz geçiremeyen, ilişkiye bir ad takma peşindeki Tom'un yaşadığı hayal kırıklığı mideye inen bir yumruk etkisi yapıyor. Neyse ki finalin muhteşem güzelliğiyle yeni bir yolculuğa çıkarak rahatlıyoruz. (Finali izlemeyenlerin hatırına yazmıyorum.)
Gerçek dünya ile sinemadaki aşkın arasındaki farklar giderek kapanıyor. İster ana akımın kitlesel romantizmi, isterse bağımsız dünyanın bireysel yaklaşımı olsun, romantizm hâlâ sinemanın gözbebeği ve aşk, hayatın içinde var olmaya devam ettikçe daha çok başyapıt izleyebiliriz.
En iyi beş klasik
Gone with the Wind
1939
Rüzgar Gibi Geçti
Yön: Victor Fleming
Oyn: Clark Cable, Vivien Leigh
Casablanca
1942
Yön: Micheal Curtis
Oyn: Grace Kelly, â¨Humphrey Bogart
It Happened One Night
1934
Bir Gecede Oldu
Yön: Frank Capra
Oyn: Clark Gable,
Claudette Colbert
Love Story
1970
Aşk Hikayesi
Yön: Arthur Hiller
Oyn: Ryan O'Neal, Ali McGraw
Doctor Zhivago
1965
Doktor Jivago
Yön: David Lean
Oyn: Omar Sharif, Julie Christie
En iyi beş bağımsız
Once
2006
Bir Zamanlar
Yön: John Carney
Oyn: Glen Hansard, Marketa Irglová
Eternal Sunshıne of the Spotless Mınd
Sil Baştan
2004
Yön: Michel Gondry
Oyn: Jim Carrey, Kate Winslet
(500) Days of Summer
2009
Aşkın 500 Günü
Yön: Marc Webb
Oyn: Joseph Gordon-Levitt, Zooey Deschanel
Wrıstcutters: A Love Story
2006
Bilek Kesenler: Bir Aşk Hikayesi
Yön: Goran Dukic
Oyn: Patrick Fugit, Shannyn
Sossamon
Le Fabuleux Destin d'Amelie Poulain
2001
Amelie
Yön: Jean-Pierre Jeunet
Oyn: Audrey Tautou, Mathieu Kassovitz
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder