7 Mart 2010 Pazar

İMPARATOR GERİ DÖNÜYOR


"İmparator" lakaplı Akira Kurosawa'nın son filmi, ünlü yönetmenin doğumunun 100. yıldönümünde sinemalarda.

"Büyük hümanist, tüm plastik sezgisini oyuncu yönetimini, gelişmiş mizansen anlayışını ve keskin hatlı kurgusunu bir idealin hizmetine koşar." Dünyaca ünlü Fransız gazeteci ve sinema eleştirmeni Georges Sadaoul, "Sinema Tarihi" (Histoire Du Cinema) adlı kitabında onu bu sözlerle tanımlar. Tarif ettiği ideallerinin ve hayallerinin peşinde giden büyük hümanist, yönetmen Akira Kurosawa'dan başkası değildir.

2010'da yaşanacak kültür olaylarının İstanbullular için önemi malum. Ama tüm sinemaseverler için de önemli bir yıl olacak 2010. Bunun nedeni vizyona girecek yeni bir süpersonik film değil. Yeni yıla damgasını vuracak ve sinefilleri zevkten dört köşe edecek kadar zengin içeriğe sahip bir projenin varlığı: AK-100 Project. En iyi yönetmenler listesine üst sıralardan girecek kadar tartışmasız, 'İmparator' Akira Kurosawa'nın doğumunun 100.yıldönümü vesilesiyle hayata geçiriliyor bu proje. Dünyanın dört bir yanındaki film ve belgesel gösterimlerinin yanı sıra sergi ve panel gibi etkinlikler de Kurosawa hayranlarını bekleyecek.

Bunların içinde en göze çarpanı, üstadın bitirmeye nefesinin yetmediği son filminin tamamlanması. Japonya'da sergilenen bir tiyatro türü olan 'Noh'u (sadece erkek aktörlerin oynadığı ve maskeyle yüzlerini gizledikleri bir çeşit tiyatro gösterisi) konu alan bir belgesel üzerinde çalışan Kurosawa, ekonomik nedenlerle bu projeyi bitirmekte zorlanmış ve tamamlamaya ömrü yetmemişti. Ancak ilk 50 dakikası çekilebilen ve Japon sermayesiyle devamı çekilecek olan belgeselin adı "Gendai No Noh".

Kartvizitinde yönetmen, yapımcı, senarist ve ressamlığı barındıran Kurosawa, 23 Mart 1910 yılında Japonya'nın Tokyo şehrinde, samuray geleneklerine sıkı sıkıya bağlı bir ailenin yedinci bireyi olarak dünyaya geldi. Ergenlik döneminde aldığı resim eğitiminin de etkisiyle ressam olma arzusu vardı. Ancak sinema salonlarında "Benshi" (Japon sinemasının sessiz döneminde perdede film oynarken seyircilere olan biteni anlatan kişi) olan ağabeyi Heigo'nun sayesinde yedinci sanata ilgi duydu. Günlerini ağabeyinin çalıştığı sinemada geçiren Akira, 1936'da ülkenin büyük film stüdyolarından PLC'de birçok yönetmene asistanlık yapmaya başladı.

Doğduğu dönemde, ülkesinin sahne olduğu ve İmparator Meiji iktidarıyla birlikte yaşanan modernizmi kabul edip etmeme durumu (Japonya'nın gelenekçi yapısının bunu zorlaştırdığı söylenebilir) onun sinema yaşamındaki yolunu çizmesini sağladı. Kariyerinin önemli bir bölümünde samurayların dünü bugünü ve yarını hakkında ciddi tespitlerde bulundu, bu kurumun eskisi gibi işlemediğini ve modernizmi içine sindiremediğini (yine katı Japon gelenekçiliğinin etkisiyle) defalarca beyazperdeye yansıttı.

İki büyük savaşın yarattığı tutarsız siyasetin (modern toplum olma çabası, İkinci Dünya Savaşı'yla birlikte yerini milliyetçi rüzgârlara bıraktı) kendisine politik deneyimler kazandırmasına rağmen o, politikalardan etkilenmediğini söyledi ve sadece yönetmenlik yaptığını ifade etti. Ama başyapıtlarının hemen hepsinin politikadan yeterince nasiplenmesi, reddettiği duruma paralel bir yol izlediğinin kanıtıydı. Bunun için seçtiği konulara bakmak bile yeterli: Moderniteyi özümsemeye çalışan Japonya'daki sınıflar arası eşitsizlikler, mafya ve siyasetin kol kola çalışması, gelenekçi yapının modern olanla mücadelesi, sosyo-ekonomik-kültürel yozlaşmalar ve hepsine çözüm olarak sunduğu hümanist yaklaşım.

1943 yılında çektiği ilk film aynı zamanda sansüre uğrayan ilk filmiydi: "Sugata Sanshiro". Bir judo şampiyonunun gerçek hikayesini anlatan filmde erkeğin ihanette bulunması gelenekçi Japonya'nın erkek egemen dünyasına aykırıydı. Belki de bu yüzden 1948 yılında çektiği "Yoidore Tenshi - Sarhoş Melek"in gerçek anlamda ilk filmi olduğunu söyledi. Bu, Kurosawa filmlerindeki hümanist havanın solunduğu ilk filmdi. Sonraki yapıtlarında sık sık rol vereceği fetiş oyuncusu Toshiro Mifune ile de ilk kez bu filmde çalıştı.

Birkaç irili ufaklı film denemesinden sonra asıl büyük çıkışı (hem ülkesinde hem de dünya sinemasında) 1950 yılında yaptığı efsanevi "Rashomon" ile gerçekleştirdi. Film, 1951 yılında Venedik Film Festivali'nde Büyük Ödül'ü, 1952'de En İyi Yabancı Film Oscarı'nı aldı. Filmin ve tabii Kurosawa'nın başarısı kapalı kutu Japonya için gerçekten büyük bir değişimdi. Zira sineması batıya açılmıştı. Batının ilgisiyle birlikte, Yasujiro Ozu, Kenji Mizogu-
chi (dönem olarak Akira'nın ustaları sayılır) gibi büyük isimler de dünya sinemasında tanınmaya başladı.

Modernizmle birlikte Batı kültüründen etkilenen yönetmen; Shakespeare, Dostoyevski ve Gorki'yi, yetiştiği Japon kültürüyle mükemmel derecede harmanlayıp ortaya birbiriden değerli yapıtlar ortaya koydu; 1951'de Dostoyevski uyarlaması "Hakuchi - Budala", Shakespeare'den ilhamla 1957'de çektiği "Komonosu Ja - Kanlı Taht" ve yine aynı yıl çektiği Gorki denemesi "Donzoko - Ayaktakımı Arasında" gibi. Büyük sinema emekçisi, yurttaş Orson Welles onun bu edebiyat uyarlamaları için "Shakespeare'e dokunmaya hakkı olan tek yönetmen" yorumunu yapmıştı.
Bu edebiyat uyarlamaları dışında ilk kişisel filmine 1952'de imza attı. "Ikuru" adlı bu filmde, ölüme çok yakın, son günlerini yaşayan bir devlet memurunun, bürokrasinin insanı öğüten çarklarının farkındalığına ancak 30 yıl sonra varmasını ve topluma yararlı birey olarak hayata veda etmek istemesini anlattı.

1954 yılındaysa muhteşem bir sinema epiğiyle sahneye çıktı. "Shichinin No Samurai - Yedi Samuray". Bu, Japon sinemasının dinamikleri yerine bu sefer batı sinemasının, özellikle de Amerikan sinemasının etkisiyle çekilen büyük, epik ve ticari bir yapımdı. Film aynı yıl Oscar adaylığıyla taçlandırıldı.

50'li yılları muhteşem yapıtlarıyla süsleyen Akira Kurosawa, 60'lı yıllarda gerileme dönemine girdi. Yojimbo (1961) bu dönemin tek istisna yapıtıydı. İlk renkli filmi 1970 yapımı "Dodes'kaden"in gişede beklentilerin altında kalması, Holly-wood için yönetmesi istenen İkinci Dünya Savaşı draması "Tora, Tora, Tora" nın sonradan kendisi olmadan çekilmesine karar verilmesi ve ardı ardına gelen birtakım sağlık sorunları sinirlerini harap etti ve bir usturayla bileklerini otuz kez keserek intihara kalkıştı. Neyse ki bu girişim başarısız oldu ve bir süre sonra Rus sinemasının katkısıyla hayata döndü. Hatta bu dönüş gerçekten muhteşemdi; 1975 yapımı başyapıtı "Dersu Uzala" adındaki destansı öykü, ona bir kez daha En iyi Yabancı Film Oscar'ını getirdi ve Amerikan sineması beş yıl önceki hatasını affettirdi.

"Dersu Uzala"dan sonra beş yıl boyunca yine ekonomik nedenlerle film çekemese de imdadına, ona büyük hayranlık besleyen Hollywood'un iki yeni yetme sakallısı yetişti. Francis Ford Coppola ve George Lucas. Bu inanılmaz birliktelikten ortaya yeni bir başyapıt çıktı. "Kagemusha - Gölge Savaşçı". Saray içinde dönen entrikalardan politik oyunlara kadar, gerçekliği zorlayan güçlerin varlığını ve hayaletleri şiirsel bir dille anlatan ve izleyeni büyüleyen bu yapım, Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye'yi aldı, ardından da Oscar'larda Japonya adına yarıştı.

Yeniden sevdiği alanda top koşturmaya başlayan Kurosawa, 1985'de özgün bir Kral Lear uyarlamasını, "Ran"ı sinemaya armağan etti ve bu film de büyük gürültü koparttı: Dört dalda (En İyi Yönetmen, En İyi Kurgu, En İyi Sanat Yönetmenliği ve En İyi Kostüm) birden Oscar'a aday gösterildi, En İyi Kostüm dalında ödül aldı. Hemen ardından sekiz küçük öyküden oluşan ikinci en kişisel filmi Dreams'i (Düşler) çeken Kurosawa artık arayı uzatmadı ve bir yıl sonra, 1991'de yine Amerikan sermayesiyle son başyapıtı "Rhapsody in August - Ağustos'ta Rapsodi"ye imza attı. Ülkesine atılan atom bombasının yarattığı sıkıntıları hümanizmin doruklarında gezinen bir bakış açısıyla ele aldı ve görkemli bir finalle noktayı koydu.

Kurosawa'nın yedinci sanata katkısı hem teknik hem hikâye anlatımında, kendisinden sonra gelecek tüm sinemacılar için yol gösterici oldu. Öyle ki, filmlerinde sık kullandığı 'Wipe' (filmdeki bir sahnenin sağa, sola, yukarı aşağıya silinerek diğer sahneye geçişi) tekniği yıllar sonra ilk kez ünlü yönetmen George Lucas'ın alamet-i farikası "Yıldız Savaşları"nda da sık kullanıldı, bütün başyapıtları batıda yeni başyapıtların doğmasına öncülük etti. "Yedi Samuray", "Muhteşem Yedili" filmine kaynaklık ederken, "Gizli Kale" bir efsanenin doğmasına neden oldu ve George Lucas "Yıldız Savaşları" fenomenini yaratma nedeni olarak bu filmi gösterdi. Spagetti western'in ilk dönem örneklerinden olan, İtalyan yönetmen Sergio Leone'nin başyapıtı "Bir Avuç Dolar İçin"e esin kaynağı olan film ise Kurosawa'nın "Yojimbo" filmiydi. İlham için en az bir filmini seyredin.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder