7 Mart 2010 Pazar

TÜRKLER'İN ZOMBİLERLE İMTİHANI


Film eleştirmenliğinden yedinci sanatın mutfağına kendilerini atan iki genç yazar Murat Emir Eren ve Talip Ertürk'ten, Türkler'e özgü bir zombi hikâyesi. "Ada: Zombilerin Düğünü".

Gazeteci savaş ay yıllar önce "dansöz" isimli garabet filmi çektikten sonra, Atilla Dorsay, şiddeti yüksek bir eleştiri yazmıştı. Dorsay, "Ne olur artık sinemayı sevmeyin, siz sevdikçe ve film çektikçe ben sinemadan soğuyorum" mealinde bir yazıyla filmi ve çekeni zamanın ötesine yolluyordu. Bu noktada soru şu: Her sinemayı seven film çekmeli mi? Bu sorunun yanıtı sinemaya bakışınızla ve tabii ki samimiyetinizle alâkalı. Derdi olan, bir şeyler anlatmak isteyen herkes film yapabilmeli. Bu bir ses sanatçısı da olabilir, bir gazeteci veya bir film eleştirmeni de. Gelişen teknolojinin (video paylaşım siteleri) ve bu teknolojinin artık daha kolay ulaşılabilir hale gelmesinin katkısıyla anlatacak hikâyesi olanların film çekmesine kimsenin bir itirazı olmamalı. Ne de olsa kötü olanlar, kendiliğinden ayıklanıp çöplüğe karışıyor, iyi olanlarsa her zaman belleklerde ve arşivlerde kendine bir yer bulabiliyor.

Film eleştirmenliği, hâlâ kabul gören, saygı duyulan bir meslek değil. Özellikle paragöz yapımcılar ve her yaptığını çok iyi sanan oyuncu, yönetmen gibi, sektör içinden ve dışından hiç kimseye yaranamıyorlar. Eleştirmenlere karşı genel tepki; "Yazmasını biliyorsan buyur gel sen çek" veya "Emeğe saygı" tadında sığ bir düşüncedir.

SİYAD (Sinema Yazarları Derneği) üyesi Murat Emir Eren ve Talip Ertük çok sevdikleri sinemaya artık köşelerinden değil, daha içeriden bir bakışla hizmet etmek amacında. Bu doğrultuda geçen hafta, yazıp yönettikleri "Ada: Zombilerin Düğünü" isimli korku komedi filmini görücüye çıkardılar.

Yönetmen ikili, bize tamamen yabancı bir konuyu, zombileri (yaşayan ölüler) seçerek aslında ne derece risk aldıklarının farkında. Sırf bunun için bile, belli bir saygıyı hak ediyorlar. İtalyan asıllı yönetmen George A. Romero ile yükselen bu türün başlangıçtaki tasası, tüketimin tamamen çığırından çıktığını ve kapitalist düzenin bunu körüklediğini, korkunç sahneler eşliğinde anlatmaktı. Kapitalist düzen her zaman olduğu gibi bu alanda da gücünü kullanarak, türü bu genel havadan çıkartıp absürtlüğe varan bir evrime yöneltti. Bunun son zamanlarda farklı ülke sinemalarından gelen örneklerini sıkça gördük. (Shaun of the Dead-İngiltere, Doed Sone-İsveç, Zombieland-ABD)

İlk zombi filmimiz "Ada: Zombilerin Düğünü" ise bu son üç örnekte olduğu gibi sırtını absürdlüğe dayıyor. Bunu yaparken de Cem Yılmaz ile anılan "Türkler'in kendilerine tamamen yabancı oldukları yerlerde yaşadıkları komiklikler" fonunu kullanıyor.

Bunda ne kadar başarılı olduğuna gelince, orada bazı sıkıntılar var. Film, bir grup arkadaşın Büyükada'daki bir düğün için toplanmasını ve düğünde halay çekilirken bir anda ortalığın zombiler tarafından basılmasını ve sonrasında yaşanan korku-mizah dolu anları konu ediyor. Yapı olarak tercih edilen el kamerası kullanımı yine sinemamızda bir ilk. Burada amaç izleyeni dehşete ortak etmek ve filmin içine sokmak .

Ama bu filmi izlerken ne hikâyenin içine yeterince girebiliyorsunuz ne de gerilime ortak olabiliyorsunuz. Mizah kısmında da anlık küfürlü diyaloglara yaslanılması eksi puan olarak filmin hanesine yazılıyor. Konunun zenginliği açısından bu bölümde daha yaratıcı orijinal bir şeyler olabilirmiş hissine kapılıyorsunuz.
Oyunculuklar genelde iyi gibi dursa da birtakım problemler var. Oyunculuk adına filmin zirve noktasına ulaştığı anlar Taner Birsel'in oynadığı sahneler. Filmin bir diğer artısı ise sinemamızda pek rastlanmayan makyaj çalışması. Özenli bir çalışmanın karşılığını film boyunca fark etmek. Kamera kullanımı, ses-ışık bütünlüğü filmin genel havasında göze çarpan diğer eksiklikler.

Eren ve Ertük ikilisi yönetmenlik dahil, sıkıntıları olan bir işe imza atmışlar ama yine de kimi dokunuşlarıyla gelecekte yapacaklarına dair bir umutla yolluyorlar sizi salondan. İlk olmanın zaaflarına karşın filmi keyifle izliyorsunuz. Ünlü yapımcı Samuel Goldwyn, "Sinema eğlence içindir, ortada iletilmesi gereken bir mesaj varsa Western Union'a gidilsin" der. Amaç mesaj değil keyif vermekse film bu vaadini yerine getiriyor. Bu da bir şey.

İMPARATOR GERİ DÖNÜYOR


"İmparator" lakaplı Akira Kurosawa'nın son filmi, ünlü yönetmenin doğumunun 100. yıldönümünde sinemalarda.

"Büyük hümanist, tüm plastik sezgisini oyuncu yönetimini, gelişmiş mizansen anlayışını ve keskin hatlı kurgusunu bir idealin hizmetine koşar." Dünyaca ünlü Fransız gazeteci ve sinema eleştirmeni Georges Sadaoul, "Sinema Tarihi" (Histoire Du Cinema) adlı kitabında onu bu sözlerle tanımlar. Tarif ettiği ideallerinin ve hayallerinin peşinde giden büyük hümanist, yönetmen Akira Kurosawa'dan başkası değildir.

2010'da yaşanacak kültür olaylarının İstanbullular için önemi malum. Ama tüm sinemaseverler için de önemli bir yıl olacak 2010. Bunun nedeni vizyona girecek yeni bir süpersonik film değil. Yeni yıla damgasını vuracak ve sinefilleri zevkten dört köşe edecek kadar zengin içeriğe sahip bir projenin varlığı: AK-100 Project. En iyi yönetmenler listesine üst sıralardan girecek kadar tartışmasız, 'İmparator' Akira Kurosawa'nın doğumunun 100.yıldönümü vesilesiyle hayata geçiriliyor bu proje. Dünyanın dört bir yanındaki film ve belgesel gösterimlerinin yanı sıra sergi ve panel gibi etkinlikler de Kurosawa hayranlarını bekleyecek.

Bunların içinde en göze çarpanı, üstadın bitirmeye nefesinin yetmediği son filminin tamamlanması. Japonya'da sergilenen bir tiyatro türü olan 'Noh'u (sadece erkek aktörlerin oynadığı ve maskeyle yüzlerini gizledikleri bir çeşit tiyatro gösterisi) konu alan bir belgesel üzerinde çalışan Kurosawa, ekonomik nedenlerle bu projeyi bitirmekte zorlanmış ve tamamlamaya ömrü yetmemişti. Ancak ilk 50 dakikası çekilebilen ve Japon sermayesiyle devamı çekilecek olan belgeselin adı "Gendai No Noh".

Kartvizitinde yönetmen, yapımcı, senarist ve ressamlığı barındıran Kurosawa, 23 Mart 1910 yılında Japonya'nın Tokyo şehrinde, samuray geleneklerine sıkı sıkıya bağlı bir ailenin yedinci bireyi olarak dünyaya geldi. Ergenlik döneminde aldığı resim eğitiminin de etkisiyle ressam olma arzusu vardı. Ancak sinema salonlarında "Benshi" (Japon sinemasının sessiz döneminde perdede film oynarken seyircilere olan biteni anlatan kişi) olan ağabeyi Heigo'nun sayesinde yedinci sanata ilgi duydu. Günlerini ağabeyinin çalıştığı sinemada geçiren Akira, 1936'da ülkenin büyük film stüdyolarından PLC'de birçok yönetmene asistanlık yapmaya başladı.

Doğduğu dönemde, ülkesinin sahne olduğu ve İmparator Meiji iktidarıyla birlikte yaşanan modernizmi kabul edip etmeme durumu (Japonya'nın gelenekçi yapısının bunu zorlaştırdığı söylenebilir) onun sinema yaşamındaki yolunu çizmesini sağladı. Kariyerinin önemli bir bölümünde samurayların dünü bugünü ve yarını hakkında ciddi tespitlerde bulundu, bu kurumun eskisi gibi işlemediğini ve modernizmi içine sindiremediğini (yine katı Japon gelenekçiliğinin etkisiyle) defalarca beyazperdeye yansıttı.

İki büyük savaşın yarattığı tutarsız siyasetin (modern toplum olma çabası, İkinci Dünya Savaşı'yla birlikte yerini milliyetçi rüzgârlara bıraktı) kendisine politik deneyimler kazandırmasına rağmen o, politikalardan etkilenmediğini söyledi ve sadece yönetmenlik yaptığını ifade etti. Ama başyapıtlarının hemen hepsinin politikadan yeterince nasiplenmesi, reddettiği duruma paralel bir yol izlediğinin kanıtıydı. Bunun için seçtiği konulara bakmak bile yeterli: Moderniteyi özümsemeye çalışan Japonya'daki sınıflar arası eşitsizlikler, mafya ve siyasetin kol kola çalışması, gelenekçi yapının modern olanla mücadelesi, sosyo-ekonomik-kültürel yozlaşmalar ve hepsine çözüm olarak sunduğu hümanist yaklaşım.

1943 yılında çektiği ilk film aynı zamanda sansüre uğrayan ilk filmiydi: "Sugata Sanshiro". Bir judo şampiyonunun gerçek hikayesini anlatan filmde erkeğin ihanette bulunması gelenekçi Japonya'nın erkek egemen dünyasına aykırıydı. Belki de bu yüzden 1948 yılında çektiği "Yoidore Tenshi - Sarhoş Melek"in gerçek anlamda ilk filmi olduğunu söyledi. Bu, Kurosawa filmlerindeki hümanist havanın solunduğu ilk filmdi. Sonraki yapıtlarında sık sık rol vereceği fetiş oyuncusu Toshiro Mifune ile de ilk kez bu filmde çalıştı.

Birkaç irili ufaklı film denemesinden sonra asıl büyük çıkışı (hem ülkesinde hem de dünya sinemasında) 1950 yılında yaptığı efsanevi "Rashomon" ile gerçekleştirdi. Film, 1951 yılında Venedik Film Festivali'nde Büyük Ödül'ü, 1952'de En İyi Yabancı Film Oscarı'nı aldı. Filmin ve tabii Kurosawa'nın başarısı kapalı kutu Japonya için gerçekten büyük bir değişimdi. Zira sineması batıya açılmıştı. Batının ilgisiyle birlikte, Yasujiro Ozu, Kenji Mizogu-
chi (dönem olarak Akira'nın ustaları sayılır) gibi büyük isimler de dünya sinemasında tanınmaya başladı.

Modernizmle birlikte Batı kültüründen etkilenen yönetmen; Shakespeare, Dostoyevski ve Gorki'yi, yetiştiği Japon kültürüyle mükemmel derecede harmanlayıp ortaya birbiriden değerli yapıtlar ortaya koydu; 1951'de Dostoyevski uyarlaması "Hakuchi - Budala", Shakespeare'den ilhamla 1957'de çektiği "Komonosu Ja - Kanlı Taht" ve yine aynı yıl çektiği Gorki denemesi "Donzoko - Ayaktakımı Arasında" gibi. Büyük sinema emekçisi, yurttaş Orson Welles onun bu edebiyat uyarlamaları için "Shakespeare'e dokunmaya hakkı olan tek yönetmen" yorumunu yapmıştı.
Bu edebiyat uyarlamaları dışında ilk kişisel filmine 1952'de imza attı. "Ikuru" adlı bu filmde, ölüme çok yakın, son günlerini yaşayan bir devlet memurunun, bürokrasinin insanı öğüten çarklarının farkındalığına ancak 30 yıl sonra varmasını ve topluma yararlı birey olarak hayata veda etmek istemesini anlattı.

1954 yılındaysa muhteşem bir sinema epiğiyle sahneye çıktı. "Shichinin No Samurai - Yedi Samuray". Bu, Japon sinemasının dinamikleri yerine bu sefer batı sinemasının, özellikle de Amerikan sinemasının etkisiyle çekilen büyük, epik ve ticari bir yapımdı. Film aynı yıl Oscar adaylığıyla taçlandırıldı.

50'li yılları muhteşem yapıtlarıyla süsleyen Akira Kurosawa, 60'lı yıllarda gerileme dönemine girdi. Yojimbo (1961) bu dönemin tek istisna yapıtıydı. İlk renkli filmi 1970 yapımı "Dodes'kaden"in gişede beklentilerin altında kalması, Holly-wood için yönetmesi istenen İkinci Dünya Savaşı draması "Tora, Tora, Tora" nın sonradan kendisi olmadan çekilmesine karar verilmesi ve ardı ardına gelen birtakım sağlık sorunları sinirlerini harap etti ve bir usturayla bileklerini otuz kez keserek intihara kalkıştı. Neyse ki bu girişim başarısız oldu ve bir süre sonra Rus sinemasının katkısıyla hayata döndü. Hatta bu dönüş gerçekten muhteşemdi; 1975 yapımı başyapıtı "Dersu Uzala" adındaki destansı öykü, ona bir kez daha En iyi Yabancı Film Oscar'ını getirdi ve Amerikan sineması beş yıl önceki hatasını affettirdi.

"Dersu Uzala"dan sonra beş yıl boyunca yine ekonomik nedenlerle film çekemese de imdadına, ona büyük hayranlık besleyen Hollywood'un iki yeni yetme sakallısı yetişti. Francis Ford Coppola ve George Lucas. Bu inanılmaz birliktelikten ortaya yeni bir başyapıt çıktı. "Kagemusha - Gölge Savaşçı". Saray içinde dönen entrikalardan politik oyunlara kadar, gerçekliği zorlayan güçlerin varlığını ve hayaletleri şiirsel bir dille anlatan ve izleyeni büyüleyen bu yapım, Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye'yi aldı, ardından da Oscar'larda Japonya adına yarıştı.

Yeniden sevdiği alanda top koşturmaya başlayan Kurosawa, 1985'de özgün bir Kral Lear uyarlamasını, "Ran"ı sinemaya armağan etti ve bu film de büyük gürültü koparttı: Dört dalda (En İyi Yönetmen, En İyi Kurgu, En İyi Sanat Yönetmenliği ve En İyi Kostüm) birden Oscar'a aday gösterildi, En İyi Kostüm dalında ödül aldı. Hemen ardından sekiz küçük öyküden oluşan ikinci en kişisel filmi Dreams'i (Düşler) çeken Kurosawa artık arayı uzatmadı ve bir yıl sonra, 1991'de yine Amerikan sermayesiyle son başyapıtı "Rhapsody in August - Ağustos'ta Rapsodi"ye imza attı. Ülkesine atılan atom bombasının yarattığı sıkıntıları hümanizmin doruklarında gezinen bir bakış açısıyla ele aldı ve görkemli bir finalle noktayı koydu.

Kurosawa'nın yedinci sanata katkısı hem teknik hem hikâye anlatımında, kendisinden sonra gelecek tüm sinemacılar için yol gösterici oldu. Öyle ki, filmlerinde sık kullandığı 'Wipe' (filmdeki bir sahnenin sağa, sola, yukarı aşağıya silinerek diğer sahneye geçişi) tekniği yıllar sonra ilk kez ünlü yönetmen George Lucas'ın alamet-i farikası "Yıldız Savaşları"nda da sık kullanıldı, bütün başyapıtları batıda yeni başyapıtların doğmasına öncülük etti. "Yedi Samuray", "Muhteşem Yedili" filmine kaynaklık ederken, "Gizli Kale" bir efsanenin doğmasına neden oldu ve George Lucas "Yıldız Savaşları" fenomenini yaratma nedeni olarak bu filmi gösterdi. Spagetti western'in ilk dönem örneklerinden olan, İtalyan yönetmen Sergio Leone'nin başyapıtı "Bir Avuç Dolar İçin"e esin kaynağı olan film ise Kurosawa'nın "Yojimbo" filmiydi. İlham için en az bir filmini seyredin.

SİNE-MASAL AŞK


Hollywoood'un görkemli hayalciliğinden bağımsızların can acıtan gerçekliğine, sinemada romantizm.


Geçen cuma tüm dünya ile aynı anda ülkemizde vizyona giren "Yeni Ay" (New Moon) filmi, büyük ilgiyle karşılandı. Amerika'da olduğu gibi sinema kapılarında iki gün önceden kamp kurulmasa da filme gidebilmek ve kerametini çözebilmek için çok önceden rezervasyon yaptırmış olmak gerekiyor. Stephanie Meyer'in çok satan "Alacakaranlık" (Twilight) kitap serisinden beyazperdeye ışık hızıyla evrilen ikinci film, ilkine nazaran daha karanlık ve depresif bir vampir-romantizmi. "Yeni Ay"ın yedinci sanata katkısı, gişe rekorlarını altüst etmekten öteye gidemeyebilir. Zira aslına bakarsanız bu, 'ana akım' sinemanın kitle romantizminden başka bir şey değil.

Ana akım (main stream), kısaca popüler filmler için kullanılan genel bir tanımlama. Amerikan sinemasının (Hollywood) kitlelere yönelik filmlerinde kullandığı en büyük koz ise romantizm. Romantik yapı genelde bir savaşın veya trajik bir hikâyenin üstüne ya da altına kurulur. Yani halen tüm zamanların en iyi filmleri listesinde üst sıralarda yer alan "Rüzgâr Gibi Geçti" (Gone With the Wind - 1939) gibi: Bu film Amerika iç savaşı sırasındaki tutku dolu bir aşkı anlatır. Savaş ortamında insanların değişebileceğini, açlık ve beraberinde gelen sefaletin neler yaptırabileceğini gözler önüne sermiş, sinema tarihine Scarlett O'Hara karakterini kazandırmıştır. Görsel yapısı ve hikâyesiyle zamanının ötesinde bir gerçeklik sunar seyircisine. Bu yapıyı sonraki yıllarda "Pearl Harbor" (2001) kullandı, ama gişe başarısı dışında pek bir iz bırakmadı.

Ana akım sinemanın başarı göstergesi ise filmin ne kadar kişinin izlediği, yani gişe geliridir. Görsel yapının teknolojinin yardımıyla uç noktalara taşındığı bu yapımlarda hikâye, ziyadesiyle geri plana itilir. Orjinallikten uzak filmler sinema salonlarını doldurur; biz de bayılarak izleriz.

İnsanoğlu belli zaman dilimlerinde birçok kez bunu yaşamıştı. Kuşkusuz burnumuzun önünde duran en yakın tarihli örnek, usta yönetmen James Cameron'ın 1997 yapımı "Titanik". Nisan 1912'de "batmaz" denerek denize indirilen dev transatlantiğin daha ilk seferinde buzdağına çarparak 1500 kişiye demirden mezar olmasını, muhteşem bir görsel şölen sunarak anlatır film. Yaşanan trajediyi kendisine fon olarak seçen senarist, ön plana ise zengin kız-fakir oğlan hikâyesini yerleştirir. Jack Dawson (Leonardo DiCaprio) ve Rose'un (Kate Winslett) kısa süren aşklarının karşısında duran zengin zümrenin "insanlıktan" nasibini almadığını görür ve onlara film boyunca acıyarak bakarız. Üstelik sonunu bilmemize rağmen (Gemi batar!) bunu defalarca izlemekten kendimizi alamayız. Seyirci bu pastiş yapıyı (bir metinden başka bir metne alıntı yapmak) çok sever ve filmi sinema tarihinin zirvesine yerleştirir. Yani: 11 Oscar ödülü (En iyi film dahil) ve yaklaşık 1 milyar 900 milyon dolar gibi hâlâ kırılamayan bir gişe geliri.

Romantik filmlerin izleyenler üzerindeki etkisi genellikle bir nevi "izle ve kendini iyi hisset" halidir. Adem ve Havva'dan bu yana insanlığın en büyük dertlerinden birisi olan "aşk" üzerine yazılmış, çizilmiş filmlerin genel havası da bu yöndedir. Tutkulu ama imkânsız, türlü engellerle karşılaşılan (savaş, hastalık, zengin-fakir, üçüncü kişinin varlığı vb.) ve bu engellerin finale doğru bir bir aşılmasına tanık olmak, finalde ise kahramanların sarılıp öpüştüklerini izlemek... Bu insanoğlunun kendi gerçekliğinden bir süreliğine sıyrılmasını sağlar ve kendini izlediği kahramanın yerine koyarak, gerçekte kazanamadığı zaferi kazanmasına vesile olur.

Damarı yakalayan Hollywood, öteden beri emsal teşkil edebilecek başyapıtlarını ortaya koyar: William Wyler'ın yönettiği, Laurence Olivier ve Marle Oberon'un oynadığı "Uğultulu Tepeler" (The Wuthering Heights - 1939) gibi. 1940'ta "Köşedeki Dükkan (The Shop Around the Corner) filminde James Stewart, hiç görmediği bir kadınla (Margaret Sullavan) sürekli mektuplaşır. İkili zaman içinde kiminle mektuplaştığını merak etmeye başlar. Sonuç? Aslında birbirlerini çok yakından tanıyorlardır. Bir nevi "sen farkında olmasan bile o (aşk) seni bir şekilde bulur ve kapılır gidersin" teması. Yani ana akımın en çok sevdiği kadercilik oyunu. Romantik komedinin ilk örneklerinden biri olan bu filmin, günümüz teknolojisiyle birlikte değişen yaşam koşullarına uydurulmuş halini 1997'de tekrar izleriz: "Mesajınız Var" (You've Got Mail). Romantik komedilerin günümüz yıldızlarından Meg Ryan ve Tom Hanks internetteki bir sohbet odası vasıtasıyla tanışır ve olaylar gelişir...

Yeniden savaş zamanı romantizmine dönecek olursak, "Tekrar Çal Sam" repliği ile hafızalara kazınan, 1942 yapımı "Casablanca"yı anmamak olmaz. 
Michael Curtiz'in yönetmenliğini yaptığı filmde, Humphrey Bogart ve Ingrid Bergman, adeta Casablanca tarihine kendi kaderlerini yazarlar. Savaş zamanı gözlerden ve gönüllerden uzak bir ülkede bar işleten kahramanımız Rick (Bogart), barına eski sevgilisi Ilsa'nın (Bergman) gelmesiyle kaderden kaçamayacağını anlar ve orada kurduğu steril dünyası bir anda altüst olur. Filmin finalinde ise, izleyenleri gözyaşlarına boğan bir romantizm yaşanır. Savaş fonlu tutkulu bir aşk, görkemli sahneler ve insanın içini parçalayan bir final. Bu mayayı yıllar sonra, 1965'te, usta yönetmen David Lean "Dr. Jivago"da başarıyla kullanıp sinema tarihine bir başyapıt kazandırmıştı. Uzun süresine karşılık (180 dk.) insanı sıkmayan, kendine bağlayan olay örgüsü ve oyunculuklarıyla göz kamaştıran yapım, yıllar sonra bile izlendiğinde ilk etkiyi yaratıyor. Film, Rusya'daki Bolşevik Devrimi'ni kendine arka plan yaparak üçlü bir aşk hikâyesini anlatır. Bu üçlü ilişki bir anlamda Hollywood'un bilinen muhafazakâr yapısına ters olsa da, usta senaryosu ve görkemli kadrajlarıyla bunun görmezden gelinmesini sağlamıştı.

Kitlesel romantizmin en akılda kalan filmlerinden biri de "Aşk Hikâyesi"dir (Love Story - 1970). Arthur Hiller'ın yönettiği, Erich Segal'ın kaleminden çıkma bu filmi, unutulmaz yapan ise müziği dışında afişinde de yazan "Aşk hiçbir zaman pişman olmamaktır" sözüdür. Bu filmle birlikte savaş fonlu romantizmden sıyrılan (şimdilik) ana akım sinemanın içine yeni olgular dahil olur: Trajik bir hastalık, aile içi çatışma... Bu sebepten kitlesel romantizm kurallarının da yeniden belirlendiği bir yapımdır. Zira "Aşk Hikâyesi" iyi anlaşan ve birbirini tutkuyla seven, entrikalarla birlikte ayrılan, barışan, birbirini suçlayan çiftin hikâyesi, yani gerçek hayatın bir kesiti gibidir. Bu yeni pastiş yapı sonraki dönemlerde sık sık sinema salonlarını ziyaret edecek ve başka ülke sinemalarını da etkisi altına alacaktır (özellikle Türk sinemasını).

Savaş, trajedi ve hastalıktan yeterince beslendiğini düşünen kitlesel romantizm, 70'li yılların sonlarına doğru (Woody Allen, "Annie Hall-1977) komedi janrını da yanına alarak romantik-komediye evrildiği bir döneme girer. Aslına bakarsanız romantik komedi, sinemanın başlangıcından beri bir köşede duruyordu. ("Adam's Ribs-1949", "His Girl Friday-1940", "Some Like it Hot-1959") Ama romantik komediye geçişle birlikte aşkın ve romantizmin tanımı yeniden şekillenmiş 'sorgulama' aşamasına geçilmiş ve bu sırada komedinin nimetlerinden fazlasıyla faydalanmıştır. Neticede sorgulama muhafazakâr Hollywood için "uç"tur ve bunu seyircisi için kılıfına uydurmak zorundadır. Buna en iyi örneğimiz, 1989 tarihli "Harry Sally ile Tanışınca" (When Harry Met Sally) kitlesel romantizmin baş tacı filmlerindendir. Filmin sonuna kadar bir erkekle bir kadının arkadaş olup olamayacağı sorgulanır. Filmde geçen hiçbir ayrıntı izleyene yabancılık hissettirmez. Büyük görkemli yapay setlerden uzak, hikâyeyi ön plana alan bir yapım, ana akım tarafından desteklenen bağımsız sinema gibidir. Ayrıca romantik filmlerin kraliçesi ünvanını bu filmle alan Meg Ryan'ın canlandırdığı Sally'nin, yemek masasındaki orgazm taklidi tür içinde bir ilk niteliğindedir.

"Harry, Sally ile Tanışınca"nın yakaladığı başarıyla birlikte, romantik komedi altın dönemini yaşar. "Özel Bir Kadın" (Pretty Women-1990), içinde her ne kadar psişik öğeler barındırsa da bu janra dahil olan "Hayalet" (Ghost-1990), "Sevginin Bağladıkları" (Sleepless in Seattle-1993), "Aşık 
Shakespeare" (Shakespeare in Love-1998) gibi filmler zihinlere kazınır.

2000'lerle birlikte bağımsız sinemanın önlemeyen (önlemeyi isteyen de yok) yükselişi, romantizm bölgesinden de uzak kalmadı. Ana akım sinemanın klişelerle bezeli yapımlarının tam karşısında yer alan bağımsızlar; kitleyi değil bireyi ön plana çıkarmaları, gerçekçi ve modernist yapılarıyla ilgiyi fazlasıyla hak ediyor.

Ayrıca muhafazakâr yapıyı da yerle bir edecek derecede güçlü uç örnekler sergiliyorlar. Elbette ana akım da kendini zamanın koşullarına adapte etmesini bildi, fakat yine de bu konuda bağımsızların çok gerisinde kaldıkları söylenebilir. Bunun için birkaç iyi örneğimiz var: İlki, "Sil Baştan" (Eternal Sunshine of the Spotless Mind). Yönetmenliğini Michel Gondry'nin yaptığı, Charlie Kaufman'ın, ayrıntılarla dolu bu muhteşem hikâyesi, modernist gençliğin başucu filmlerinden birisi oldu. Bağımsızlardan gelen diğer harikamız ise, 2006 yapımı "Bir Zamanlar" (Once). Film için müzikal-romantik-komedi diyebiliriz. Dublin'de bir sokak müzisyeni ile ülkesindeki yoksulluk ve savaş yüzünden orada yeni bir yaşama başlayan kadının öyküsü. Film, kimi zaman güldüren, kimi zaman en ağırından mide sancısı çektiren öyküsüyle gözlerde yanma hissi veren bir duygusal yoğunluğa sahip. Ve bir o kadar gerçek bir film. Aşk, yalnızlık, müzik, kızgınlık, yoksulluk, yoksunluk hepsi birarada ve o kadar güzel harmanlanmış ki can acıtan finaline rağmen hafif bir tebessümle kapatıyorsunuz filmi. Dudağımıza yerleşen o hafif acı tebessüm umuttan başka bir şey değil.

Geçen ay vizyon yüzü gören "Aşkın 500 Günü"nde (500 Days of Summer) ile -çeviri saçmalığına güzel bir örnektir ayrıca- yine birey odaklı romantizme kucak açıyoruz. Kahramanımız Summer (can alıcı güzellikte Zooey Deschanel) aşka inanmıyor; dertsiz tasasız, bağlanmanın olmadığı, sorumluluğun adının bile geçmediği bir ilişki peşindeyken ona tutulan Tom (Joseph Gordon-Levitt) tutkusunu, onun istekleri doğrultusunda yaşar, gün gelince bunun rahatsızlığı baskıya dönüşür. Kendi içindeki volkana söz geçiremeyen, ilişkiye bir ad takma peşindeki Tom'un yaşadığı hayal kırıklığı mideye inen bir yumruk etkisi yapıyor. Neyse ki finalin muhteşem güzelliğiyle yeni bir yolculuğa çıkarak rahatlıyoruz. (Finali izlemeyenlerin hatırına yazmıyorum.)

Gerçek dünya ile sinemadaki aşkın arasındaki farklar giderek kapanıyor. İster ana akımın kitlesel romantizmi, isterse bağımsız dünyanın bireysel yaklaşımı olsun, romantizm hâlâ sinemanın gözbebeği ve aşk, hayatın içinde var olmaya devam ettikçe daha çok başyapıt izleyebiliriz.


En iyi beş klasik

Gone with the Wind
1939
Rüzgar Gibi Geçti
Yön: Victor Fleming
Oyn: Clark Cable, Vivien Leigh

Casablanca
1942
Yön: Micheal Curtis
Oyn: Grace Kelly, 
Humphrey Bogart

It Happened One Night
1934
Bir Gecede Oldu
Yön: Frank Capra
Oyn: Clark Gable,
Claudette Colbert

Love Story
1970
Aşk Hikayesi
Yön: Arthur Hiller
Oyn: Ryan O'Neal, Ali McGraw

Doctor Zhivago
1965
Doktor Jivago
Yön: David Lean
Oyn: Omar Sharif, Julie Christie


En iyi beş bağımsız

Once
2006
Bir Zamanlar
Yön: John Carney
Oyn: Glen Hansard, Marketa Irglová

Eternal Sunshıne of the Spotless Mınd
Sil Baştan
2004
Yön: Michel Gondry
Oyn: Jim Carrey, Kate Winslet

(500) Days of Summer
2009
Aşkın 500 Günü
Yön: Marc Webb
Oyn: Joseph Gordon-Levitt, Zooey Deschanel

Wrıstcutters: A Love Story
2006
Bilek Kesenler: Bir Aşk Hikayesi
Yön: Goran Dukic
Oyn: Patrick Fugit, Shannyn
Sossamon

Le Fabuleux Destin d'Amelie Poulain
2001
Amelie
Yön: Jean-Pierre Jeunet
Oyn: Audrey Tautou, Mathieu Kassovitz