28 Aralık 2010 Salı

7.CADDE ÖZEL SAYI!!!


Yeni yılla birlikte vizyon sırası bekleyen bir çok önemli yapım kapıya dayandı.. Burada tek tek anlatmak yerine özel bir 2011 dosyası haline getirip, bir seferliğe mahsus e-dergi formatında yayınlamayı uygun gördüm... Bu vesileyle henüz hazırlık aşamasında olan derginin pilot kapağını sizlerle paylaşmak istedim. 2011 dosyasında yılın önemli 50 filmini ve bu filmlerde oynayan oyuncuların portrelerini okuyacaksınız. Dergi şubat bir itibariyle hizmetenizde olacak.. Keyifli okumalar...

24 Aralık 2010 Cuma

2010-EN KÖTÜ 10 FİLM AFİŞİ!..

İyiler kadar kötülerin varlığını sürdürdüğü bir dünyadayız. Milyonlarca dolar para harcayıp özensiz film afişleriyle vizyona çıkmak akıl alacak gibi değil. Eksik olan para, şöhret falan değil. Sadece biraz vizyon ve ne anlatmak istediğini bilmek artı bunu yapabilmek mesele... Liste sırasıyla en kötüler hizmetinizde...










2010-EN İYİ 10 FİLM AFİŞİ...

2010 serisi bitmek bilmiyor... Sırada en iyi film afişleri var. Bazen film muhteşem oluyor ama onu tanıtacak en iyi malzeme olan afişler ise gerçekten çok kötü olabiliyor veya tam tersi. Buradaki seçimler liste sırasıyla ve sahip olduğu filme en iyi hizmeti veren tasarımlarıyla ön plana çıkan işlerden oluşuyor. Kötüler ise az sonra...










2010’DA BEYAZPERDEYE YANSIYAN EN İYİLER...


Çok izledik, çok yazdık ve çok çizdik. Sıra arşivlere girmesi gerekenlerde...(Liste bizde vizyona girmiş filmlerden oluşmaktadır.)

1 – INCEPTION - BAŞLANGIÇ

Yön: Christopher Nolan
Oyn: Leonardo Di Caprio, Joseph Gordon-Levitt, Ellen Page, Ken Watanabe


Christopher Nolan bu filmden önce çektikleriyle zaten rüştünü ispat etmişti. Bu film ise onun ustalık döneminin başyapıtı. Yeniden çevrimler denizinde gel gitler yaşayan endüstriye rahat bir nefes aldıracak kadar da özgün bir işti...

2 – THE SECRET IN THEIR EYES – GÖZLERİNDEKİ SIR

Yön: Juan Jose Campanella
Oyn: Soledad Villamil, Ricardo Darin, Carla Quevedo


Suç ve gerilimi bir potada mükemmel bir uyum, kurgu ve oyunculukla eritebilen yapım, bu yapıdaki filmlere hasret kalmış bünyelere ilaç gibi gelmişti. Stadyum sahnesindeki atmosfer ise tek kelimeyle enfes anlara sahipti. 2010’da verilen En İyi Yabancı film Oscar’ını da cebe indirdiğini hatırlatalım...

3 – TOY STORY 3 – OYUNCAK HİKAYESİ
Yön: Lee Unkrich
Ses: Tom Hanks, Tim Allen, Joan Cusack, Michael Keaton


Devam filmleri için klişe bir beklenti vardır. Kötü olur ilki gibi olmaz gibi. Bu animasyon ilk iki bölümü aşan bir güzelliğe ve sevimliliğe sahip. Hikayesi ve saat gibi işleyen kurgusu, yetişkin ve çocuk izleyiciler için birer hazine gibi...

4 - THE SOCIAL NETWORK – SOSYAL AĞ
Yön: David Fincher
Oyn: Jesse Eisenberg, Andrew Garfield, Justin Timberlake


Önce şunu kabul edelim. Kimse Facebook’u konu alan bir filmden bu kadar övgüyle sözedeceğini tahmin edemiyordu. Ama kamera arkasındaki isim, David Fincer ve kalemiyle harikalar yaratan senarist Aaron Sorkin ortaya öyle bir film koydular ki, insanda tekrar tekrar izleme isteği uyandırıyor...

5 - SHUTTER ISLAND – ZİNDAN ADASI
Yön: Martin Scorsese
Oyn: Leonardo DiCaprio, Emily Mortimer, Mark Ruffalo


Martin Scorsese bir hayli Hitchcock esintisi taşıyan filmiyle uzun süre gündemi meşgul etmişti. Gerek soğuk savaş dönemine olan psikolojik yaklaşımı gerekse DiCaprio’nun nevrotik oyunculuğu göz dolduruyordu. Filmin gizemle karışık gerilim hissi yaratan açılış sahnesi çoktan en iyiler arasında ki yerini aldı.

6 – THE TOWN – HIRSIZLAR ŞEHRİ
Yön: Ben Affleck
Oyn: Ben Affleck, Rebecca Hall, John Hamm, Jeremmy Renner


En son iyi bir hırsız polis filmini bundan tam 15 yıl önce izlemiştik. Robert De Niro ve Al Pacino’lu kadrosuyla ağızları açık bırakan Büyük Hesaplaşma. Oyunculuğu felaket ama yönetmenliğiyle coşkun denizlerede yüzen Ben Affleck yönetimde çekilen Hırsızlar Şehri ise tam olarak bu hissi yaratıyor. Filmin öykündüğü Büyük Hesaplaşma’ya saygıyla yaptığı göndermeleri bile izlenesi...

7 – HOW TO TRAIN YOUR DRAGON – EJDERHANI NASIL EĞİTİRSİN?
Yön: Dean DeBlois & Chris Sanders
Ses: Jay Baruchel, Gerard Butler, Jonah Hill


Listemizdeki ikinci animasyon film. Ana akım sinema son zamanlarda bu alanda gerçekten kayda değer işler çıkartıyor. Ejdarhanı Nasıl Eğitirsin?, tipik bir Hollywood doğruculuğunu içinde barındırsa dahi, hikayesi ve genel havası bakımından ortaya koyulan iş dört dörtlük.

8 – A PROPHET – YERALTI PEYGAMBERİ
Yön: Jacques Audiard
Oyn: Tahar Rahim, Niels Arestrup, Adel Bencherif


Hollywood tarzı hapishane filmlerinden sıkıldığınızı hissettiğinizde bu Fransız yapımı film tam size göre. Arap asıllı Fransız Malik’in cezaevinde yaşadığı büyük dönüşüm ve yükseliş sağlam metin ve kadrajlarla sonuna kadar desteklenmiş...

9 – BURIED – TOPRAK ALTINDA
Yön: Rodrigo Cortes
Oyn: Ryan Reynolds, Robert Peterson, Samanhta Mathis


İçerdiği doğrucu metinlerle modern yaşama olan farklı bakışıyla etkileyici bir yapım. Filmin tamamına yakını bir tabut içinde geçiyor. Dar alanda büyük iş çıkartan Ryan Reynolds’un kıvamında oyunculuğu ise ilgiyi fazlasıyla hak ediyor. Ayrıca klastrofobisi olanların uzak durması gereken bir film....

10 - A SINGLE MAN – TEK BAŞINA BİR ADAM
Yön: Tom Ford
Oyn: Colin Firth, Julianna Moore


Moda tasarımcısı Tom Ford’un beklenmedik bir şekilde çarpan bu ilk filmi, eşcinsel bir dramı kendine konu ediniyor. Orta yaşlarında bir İngilizce öğretmenin uzun yıllar birlikte olduğu sevgilisin ani ölümünden sonra yaşadığı tek bir günü anlatıyor. Colin Firth’in oyunculuğu muazzam bir sanat yönetmenliğiyle desteklenmiş...

20 Aralık 2010 Pazartesi

İZLEMEKTE FAYDA VAR!: EN İYİ 10 EROTİK FİLM




Başlığı okuduğunuz anda yüzünüze hafif bir tebessüm geldiğinden eminim.. Nasıl emin olmayayım ki?:) Farklı değiliz. Kabul edelim hepimiz kadın veya erkek, bir şekilde erotik film veya filmler izledik, sevdik veya nefret ettik. Ama hiç bir zaman dost meclislerinde bundan söz etmedik. Utandık belki de, sırrımız olsun istedik. Oysa ki bu ülkenin evlatları vaktiyle iki üç film oynatan sinemaları doldurur, Cine5 şifreli yayına geçse bile bir şey görebilme umuduyla ekrana kilitlenir, Cuma ve Cumartesi geceleri yayınlanan kırmızı noktalı filmleri büyük merakla izler, tutti frutti izleyerek dünya kadınları hakkında türlü fikirlere sahip olurdu...

2010’u bitirmek üzereyken adet olduğu üzere hemen her konuda en iyiler en kötüler listeleri hazırlanır ortamlara sürülür ve yılın tek seferde özeti geçilir. Bu sefer farklı olarak şunu yapmak istedim. Öyle yada böyle bir şekilde izleyipte çok sevdiğimiz erotik sinemanın başyapıtlarını listelemek... Kendi namıma izleyipte listeye koyduğum 18 film vardı ve bunu yuvarlayıp içlerinden en iyilerini seçip 10’a indirdim. Nostalji kıvamında bir yolculukla keyifli okumalar dilerim efendim...


HENRY AND JUNE (1990)
Yön: Philip Kaufman
Oyn: Fred Ward, Uma Thurman, Kevin Spacey, Maria de Mereiros


SEBEP: Edebiyat dünyasının arsız yazarlarından Henry Miller ve onun biricik sevgilisi, eşi Anais Nin’in gerçekte yaşadıkları üzerine temellenmiş baştan çıkarıcı bir film. Erotik sinemanın neredeyse ana konusu gibidir bastırılmış duygular bir gün gelir seni bulur o vakitten sonra önünde hiç bir engel kalmaz, engin denizlere sığmaz taşarsın... Ana rahmine dönme isteğiyle (çünkü aradığın şey huzurdur!) kapatırsın filmi.. Uma Thurman’ın oyunculuğu enfestir. Senaryo olağanüstüdür. “Tüm güzellikleri çirkinleştiriyorsun, güzellik senin için bir şaka” cümlesini unutmak mümkün değildir... (June eşi Henry’e söyler bunu.)

EMMANUELLA (1974)
Yön: Just Jaeckin
Oyn: Sylvia Kristel, Alain Cuny, Marika Green


SEBEP: Sanırım filmi izlemese bile hakkında herhangi bir bilgiye sahip olmayan kimse yoktur. Filmin Türkiye gösterimi için uygun görülen isim ise dillera destan akıl oynattıran bir seçimdir “Hisli Duygular”... Kadınların özgürlük sorunları, cinselliğin tabu olmaktan çıkarılması ve özgürcesine yaşanmasına dair efsane bir filmdir. Sylvia Kristel o dönem tüm dünyadaki bütün ergen bedenleri kendi bedenine hapsetmiştir. Emmanuella Arsan’ın otobiyografik romanından hareketle çekilen filmin, tıp dünyasına da önemli bir katkısı vardır. Filmin bir sahnesinde uçak yolculuğu sırasında, tanımadığı bir adamla ilişkiye giren kahramanımızın durumunu Emmanuelle Sendromu olarak açıklamışlar ve litarütüre geçirmişlerdir. Sendromu açıklamak gerekirse eğer, uzun yolculuklar esnasında libidonun tavan yapması ve kontrol dışı davranarak mastürbasyon veya cinsel iliskiyi yaşatacak eylemlerde bulunmak diye açıklayabiliriz.

L’AMANT
(1992)
Yön: Jean-Jacques Annaud
Oyn: Tony Leung, Jane March


SEBEP: Marguerite Duras’ın otobiyografik romanından uyarlama bu yapım, salt erotik bir başyapıt değildir. Erotizmin içinde inanılmaz derecede iyi kurgulanmış bir dram bir duygusallık vardır. Aslen çarpan da budur. İzlediğinizde kendinizin olmamış aşklarını, kırık hikayelerinizi anımsayacaksınız. Tutkunun nasıl bir şeye benzediğini gördüğünüzde filme tutkuyla bağlanacak ve gördüğünüz sahneyi zihinlerinize kazıyacaksınız. Sahne orta yaşlı adamımız ve genç kızımızın arabanın arka koltuğunda ellerinin buluşmak için çaba haracadığı andır... Son kertede bir erotik film olmanın çok dışında anlattığı aşk hikayesinin midenizde sancılar yarattığına, sefaletin gözlerde hafif ıslaklık oluşturacağını ve törenin başka diyarlarda nasıl şekillendiğine tanıklık edeceğiniz enfes bir film L’amant...

LAST TANGO IN PARIS (1972)
Yön: Bernando Bertolucci
Oyn: Marlon Brando, Maria Schneider, Catherine Breillat


SEBEP: Sinema tarihin iki dev isminden şahane bir erotizm ve tutku masalı. Filmde hemen her şey vardır. Aşıklar diyarı Paris, tutkunun dansı tango, erotizm yüklü cinsel aktiviteler ve orta yaş problemleri. Daha ne olsun... Yirmili yaşlarında genç bir kadın olan Jeanne ile 45 yaşında eski boksör ve karısı intihar etmiş Paul’un tesadüfi şekilde gelişen hikayesini anlatır film. Halen günümüzde de varlığını sürdüren bir ilişki çıkmazını tüm çıplaklığıyla gözler önüne sürer. Erkek bedeni isterken kadın kalbe dokunmak ister. Yalnız bırakılmış, yalnızlığı tercih etmiş her insan evladının hayatından en az bir kere geçen bir dönemdir aslında anlatılan. Aşk ise zaten gelip geçmiştir... Görüntü yönetimi ve tango sahneleri filmin bir diğer artılarıdır.

DANGEROUS LIAISONS (1998)
Yön: Stephan Frears
Oyn: Glenn Close, John Malkovich, Michelle Pfeiffer, Keanu Reeves, Uma Thurman


SEBEP: Akademi tarafından Oscar’la taçlandırılmış dönem filmi. Zaten ödülü de En İyi Kostüm dalında aldı... Erotizmi bir kenara filmdeki oyunculuklar kayıtlara geçmiştir. John Malkovich ve Glenn Close inanılmaz performanslar gösteriyorlar. Şimdinin yıldızları Reeves ve Thurman ise tıfıl acemi halleriyle arz-endam ediyorlar. Aristokrasinin kadın erkek ilişkilerindeki yaklaşımları, cinsellikteki sapkınlıkları ve bunun toplamının doğal sonucu olarak ortaya çıkan masumiyetin kirlenmesi üzerine nefis bir yapım...

Nine ½ WEEK (1986)
Yön: Adrian Lyne
Oyn: Mickey Rourke, Kim Basinger


SEBEP: Tüm dünyada Rourke’u kadınların, Basinger’ı ise erkeklerin fantezi ve rüyalarına alet edecek kadar başarılı bir film. Filmin bir çok çiftin fantezi dünyasında yeni ufuklar açtığına hiç şüphem yok. Özellikle kadın vücudunu yemek masası olarak kullanarak bir şeyler yemek ve sonrasında ilişkiye başlamak sanırım ilk kez bu filmde tanık olunmuş bir fanteziydi. Aslına bakarsınız filmin asıl derdi bambaşka. Günlük tekdüze yaşamın etkisinde geçen ömürde sizi baştan çıkaracak biri karşınıza çıktığında neler yaparsınız? Sanat galerisi çalışanı Elizabeth ile borsada harikalar yaratan John’un tanışmaları ve akabinde yaşadıkları tutku dolu sevişmeler ise bunu anlatmanın en iyi yoludur aslında. İçerdiği fanteziler dışında birde bu gözle izlerseniz çok daha keyif alacağınız bir filme dönüşeceğinden emin olabilirsiniz...

LOLITA (1997)
Yön: Adrian Lyne
Oyn: Jeremy Irons, Melanie Griffith, Frank Langella, Dominique Swain


SEBEP: Profesör Humbert ile Doleres “Lolita” Haze’in tutkulu ama aykırı ilişkisi bir çok ülkede gösterimini yasaklayacak kadar ateşliydi. Olmamış, yarım kalmış çocukluk aşkını “Lolita” bulan kelli felli Profesörle, baba hasreti çeken 13 yaşındaki bir kızın ilişkisi kamera önüne yansır... Nobokov’un aynı adlı ölümsüz eserinden uyarlanan film, kitap dahilinde bir çok tartışmayı da beraberinde getirmişti. Zira kitabın ve filmin içerdiği öykü bir şekilde pedofiliyi anımsatıyor ve bunun gerçekten yaşanmış hikayeler olduğu konusunda derin şüpheler barındırıyordu. Bu şüpheler halen giderilmiş değil. Sinema sanatının bir şekilde gösterme sanatı olduğunu varsayarsak gerçekten yaşanmış ve halen bir yerlerde yaşanan çarpıklığı olağanüstü kareler eşliğinde sunması unutulacak gibi değil. Ayrıca, bu film, kitabın ilk uyarlaması değildir. 1962 yılında Stanley Kubrick yönetiminde çekilen aynı isimli filmde James Mason, Shalley Winters, Sue Lyon ve Peter Sellers gibi isimler karakterlere hayat vermişlerdir.

BODY HEAT (1981)
Yön: Lawrence Kasdan
Oyn: William Hurt, Kathleen Turner, Richard Crenna, Ted Danson, Mickey Rourke


SEBEP:Tam bir “Femme Fatale” filmi... Erotizminden ziyade kara film topraklarında gezinmesi filmi özellikli ve çekici kılıyor. Kathleen Turner’ın muhteşem bedeninde hayat bulan Matty Walker ile Ned Racine rolündeki Willam Hurt oyunculukları unutulacak gibi değildir. Bir çok farklı yapıyı içinde muhteşem bir uyumla sunabilen ender yapımlardan ayrıca. Burada yönetmenin beceresi önemli. Zira içinde polisiye, tutku, aşk, ihanet ve dramın bulunduğu bir yapı pek ala çorbaya dönebilir, izleyenler için eziyet halini alabilirdi.

BITTER MOON (1992)
Yön: Roman Polanski
Oyn: Peter Coyote, Emmanuelle Seigner, Hugh Grant, Kristin Scott Thomas


SEBEP: Arızalı bir film. Arızası ise ademoğlunun aşk mevzuunda gidebilceği en uç noktaları göstermesi. Ve ahlaki yapıları yerinden oynatabilecek denli önermelerde bulunması. Sadakat denilen şeyin aslında bir tür maskeden ibaret olduğunu, yapamadığımız bir çok şeye sadece bir kulp olduğunu anlatır. İnsanoğlunun altbenliğinde yatan her türlü çatışmanın temeline kadar inerek yeryüzünde ne kadar tabu varsa hepsine cengaverce saldırmış bir film. Erkeği önce güçlü sonrasında kadına muhtaç hale getirek, kadını yüceltmesi ise ayrıca takdire şayandır. Yapım, Polanski filmgrofisinde çok özel bir yerde ve unutulmaz anlara sahiptir.

LA CHIAVE – THE KEY (1993)
Yön: Tinto Brass
Oyn: Stefania Sandrelli, Frank Finlay


SEBEP: Tinto Brass’a “Sinyor Popo” ünvanını kazandıran efsane filmi. Başrol oyuncusu Stefania Sandrelli’nin 45 yaşında olmasına rağmen filmin arzu nesnesi olabilmesi ise takdir edilesidir. Evliliklerinin 20. yıldönümünde, artık sıradanlaşan ve keyif vermeyen seks hayatlarını canlandırmak adına karar alan Terasa ve Nino’nun hikayesi anlatılır filmde. Hayal ettikleri her türlü fanteziyi günlüklerine yazarak, yaşamaya çalışırlar. Bir Tinto Bras filminden ne bekliyorsanız hemen hepsi var. Güzel, büyük popolar, iri göğüsler ve jartiyerler. Pornoya kaymadan erotik sinema kalıplarını zorlayarak ortaya muhteşem bir iş çıkarmış üstad. Kendisini tebrik ediyoruz...

19 Aralık 2010 Pazar

Hoşçakal Birdy Nam Nam...


88 yaşında zatürreden hayata veda eden komedinin kralı Blake Edwards’a dair ıvır zıvırlar...

1943 yılından bu yana yönetmenlik, aktörlük, senaristlik, dahil pek çok alanda sinemaya hizmet veren Blake ilk ve tek Oscar ödülüne 2004 yılında sahip olabildi. Onur ödülünü almak için sahneye tekerlekli sandalye üzerinde hızlı bir şekilde çıktığında bütün salon onu ayakta alkışlıyordu...Yaptığı konuşmanın hiç bir noktasında Peter Sellers’dan söz etmedi...

İlk kez kamera arkasına geçtiğinde tarih 1955’di ve müzikal komedi Bring Your Smile Along isimli filme imza attı. Bu ilk filminde, ustası Richard Quine’yi taklit ederken zaman içinde Quine onun filmlerini taklit etmeye başlamıştı...

Peter Sellers gibi bir komedi üstadını keşfetti. 1963’de Pembe Panter ile başlayan birliktelik, son filmleri olan ve “Birdy nam nam” ile hafızalarda yer eden The Party’le son buldu. Bir daha bir araya gelmemelerini sağlayan ise Peter Sellers’in tamamen kariyer odaklı düşünmesi. Yönetmen Pembe Panter serisine devam etmek isterken oyuncusu bunun kendisi için tekdüze bir hayat ve kariyer olacağını düşünür ve birbirlerine veda ederler...

Son 15 yılını kronik yorgunluk sendromu ismiyle anılan hastalıkla geçirdi. Hayata gözlerini kapadığı sırada yanında 1969 yılında ikinci evliliğini yaptığı Julie Andrews ve beş çocuğu vardı...

Dedektiflik hikayelerine olan tutkusu sinemaya olan heyacanıyla birleştiğinde ortaya Pembe Panter’i çıkarmıştı.

Filmlerinde komedinin hemen her türüne rastlamak mümkündü. Durum, düşme kalkma, seksist gibi tüm öğelerden olabildiğince maksimum fayda sağlamasını bilmişti.

Çektiği filmlerin bir diğer ortak noktası kontrolünü kaybetmiş parti aksiyonunun varlığı. Bu takıntısı ona tamamen kontrol dışı bir partiyi anlattığı efsane Tatlı Budala’yı yaptırır...

Truman Capote’dan serbest bir şekilde uyarladığı Tiffany’de Kahvaltı filmi sinema tarihinin başyapıtları arasındadır. Filmden akılda kalansa, Audrey Hepburn’un güzelliği dışında dillere pelensenk olmuş Moon River şarkısı olur.

Sinema kariyerindeki karanlık dönem ise 1969-1979 arasındaki on yıllık dönemdir. Eşi Julie Andrews’i başrol oynattığı 1.Dünya Savaşı müzikali Darling Lii’nin komedi dozu ve Alman casuslarını sevimli sempatik gösteren yapısıyla hayli sert eleştiriler almış ve film yapımcı şirket tarafından ciddi bir kesintiyle gösterime çıkartılmıştı. Bu haliyle gişede büyük başarısızlık yaşayan yönetmen 10 yıllık bir aradan sonra Bo Derek’i arzu nesnesi haline getiren komedi filmi “10” la yeniden sahalara döner. Filmin isminin neden 10 olduğunu daha iyi anlarız bizde...

16 Aralık 2010 Perşembe

BLAKE EDWARDS 1922 – 2010


Senarist, aktör, yönetmen ve yapımcı. Sinemada yapmadığı iş kalmadı diyebileceğimiz, Pembe Panter’le hatırlanan ve sevilen Blake Edwards, artık aramızda değil...

1922 doğumlu Edwards’ın önemli filmleri arasında, Breakfast at Tiffany’s, Days of Wine and Roses, The Pink Panther, A Shot in Dark, The Party gibi komedinin baştacı işler bulunuyor.

Hakkında geniş bir biyografi için http://www.imdb.com/news/ni6223984/ adresine tıklayabilirsiniz...
Beyazperdenin başı sağolsun...

15 Aralık 2010 Çarşamba

ALTIN KÜRE ADAYLARI AÇIKLANDI!.. VE TAHMİNLER…


Oscar’lar öncesi bir prova niteliği taşıdığına inanılan Altın Küre adayları dün gece açıklandı. Liste pek fazla sürpriz barındırmıyor. Ödüllerin TV kısmını bu işin erbablarına bırakıp biz sinema kısmıyla ilgilenelim. Bakalım önemli dallarda kimin ne kadar şansı var…

EN İYİ FİLM - DRAMA
1 - BLACK SWAN
2 - THE FIGHTER
3 - INCEPTION
4 - THE KING’S SPEECH
5 - THE SOCIAL NETWORK
TAHMİN: Bu dalda yarışacak beş filmden henüz ikisini gördük ve kalan üçü hakkında sanal dünya ortamlarında okuduğumuz kadarıyla değerlendirme yapabiliriz ancak. Bu bakımdan bana bu dalda ödüle en çok yakın film THE KING’S SPEECH geliyor. The Social Network bir çok dalda aday olmasına rağmen asıl patlamasını Akademi ödüllerine bırakabilir.

EN İYİ FİLM – KOMEDİ&MÜZİKAL
1 - ALICE IN WONDERLAND
2 – BURLESQUE
3 – THE KIDS ARE ALL RIGHT
4 – RED
5- THE TOURIST
TAHMİN: İşte çok tartışılacak bir liste var karşımızda. Bir kere bir konuda anlaşalım; Julianna Moore ve Annette Bening’li lezbiyen ebeveynleri anlatan dram filminin bu listede ne işi var? Filmi geçen akşam izledim ve ortalamanın biraz üstünde bir seyir izliyor. İçinde komedi sosu var ama bu tamamen onu bir komedi janrına sokacak kadar yeterli değil. Keza komedi varlığını genel itibariyle durumdan alıyor ve bu da asıl ait olduğu dramaya destek veriyor. Ayrıca bana göre diğer dört filmin içinde listede yer alan en iyi filmdir kendisi. Ve The Tourist, kuzum bu film yurtta ve cihanda yerin dibine batırılmadı mı? Depp ve Jolie’nin tutmayan kimyasından tutun da yönetmenin şebekliğine kadar tonla yerin dibine geçirme sözleri sarfedildi. Anlaşılan Altın Küre’ciler bu filme bayılmış veya yıl içinde bu ödüle aday olabilecek başka bir film çıkmamış. Bunun dışında bir neden varsa kendilerini er meydanına davet ederim… Listenin kazananı büyük ihtimalle müzikal film BURLESQUE olacaktır.

EN İYİ ERKEK OYUNCU – DRAMA

1 - Jesse Eisenberg – THE SOCIAL NETWORK
2 - Colin Firth – THE KING’S SPEECH
3 - James Franco - 127 HOURS
4 - Ryan Gosling – BLUE VALANTINE
5 - Mark Wahlberg – THE FIGHTER
TAHMİN: Karşımızda ki liste gerçekten zor bir liste. Eisenberg’in Facebook imparatoru Zuckerberg performansı müthiş başarılıydı. Genç yaşına rağmen olgun bir performansla perdede büyüyordu. Ama ne yazık ki bu yıl Colin Firth’in yılı olacak. Gerek Altın Küre gerekse Akademi ödüllerinde adını duyacağımızdan benim hiç şüphem yok. Firth’ın son bir kaç yılda gösterdiği büyük performanslar sırası gelen oyunculara verilen ödüller yüzünden es geçilmişti. Ve işte tam zamanı diyerek bu yılı kendisine armağan edeceklerdir. COLIN FIRTH-THE KING’S SPEECH…

EN İYİ KADIN OYUNCU - DRAMA

1- Halle Berry – FRANKIE&ALICE
2 - Nicole Kidman – RABBIT HOLE
3- Jennifer Lawrence, - WINTER’S BONE
4 - Natalie Portman – BLACK SWAN
5 - Michelle Williams – BLUE VALANTINE
TAHMİN: Burada ipi göğüsleyecek tek isim Winter’s Bone’daki genç yaşına rağmen, doğal ve nefis oyunculuğuyla JENNIFER LAWRENCE’dan başkası değil. Aksi beni dahil bu filmi izleyen hemen herkesi şaşırtabilir kızdırabilir. Lawrence’ı zorlayabilecek tek isim Natalie Portman olacaktır. Black Swan’da müthiş işler kotardığına dair duyumlar geliyor. Hemen hemen aynı liste Akademi ödüllerinde bu haliyle yer alabilir. Bir sakıncası yok yani…

EN İYİ ERKEK OYUNCU - KOMEDİ&MÜZİKAL
1 - Johnny Depp – ALICE IN WONDERLAND
2 - Johnny Depp – THE TOURIST
3 - Paul Giamatti – BARNEY’S VISION
4 - Jake Gyllenhaal – LOVE AND OTHER DRUGS
5 - Kevin Spacey – CASINO JACK
TAHMİN: Bu yıl küreciler resmen komedi ve müzikal dalında hayli sıçmışlar. Johnny Depp’in bitse de gitsek tadındaki zayıf performanslarıyla izlediğimiz iki kötü filmiyle iki adaylık birden alması zaten tam bir komedi. Bu ödülü küreciler bir sürpriz yapıp kendilerine verseler yeridir hani. Bu saçma kategorinin parlayan tek ismi JAKE GYLLENHALL-LOVE AND OTHER DRUGS’dır. Umarım bu isme gider ve karizmayı çizdirmez küreciler…

EN İYİ KADIN OYUNCU - KOMEDİ&MÜZİKAL

1 - ANNETTE BENING - THE KIDS ARE ALL RIGHT
2 - ANNE HATHAWAY - LOVE AND OTHER DRUGS
3 - ANGELINA JOLIE - THE TOURIST
4 - JULIANNE MOORE - THE KIDS ARE ALL RIGHT
5 - EMMA STONE - EASY A
TAHMİN: Buyrun buradan yakın durumu. Komedi ve müzikalla alakası olmayan filmden iki aday çıkarmak nasıl bir kafadır anlamak mümkün değil. Angelina Jolie mevzusu ise ayrı bir muamma.. The Tourist'in bu derece önemsenip adaylıklar alması gereksiz ve boşluk doldurmacadan ibaret. Aynen sözkonusu filmde Jolie'nin çağırdılar oynadım tadındaki varlığı gibi... Bu kategorinin en zayıf halkası gibi gözüken EMMA STONE bana kalırsa EASY A ile ödülü elinde tutacak kişi olacaktır.

EN İYİ SENARYO

1 - 127 THE HOURS – DANNY BOYLE&SIMON BEAUFOY
2 - THE KID ARE ALL RIGHT - LISA CHOLODENKO&STUART BLUMBERG
3 - INCEPTION – CHRISTOPHER NOLAN
4 - THE KING’S SPEECH – DAVID SEIDLER
5 - THE SOCIAL NETWORK – AARON SORKIN
TAHMİN: İşte en sevdiğim kategorilerden biri. Hem Altın Küre hem Akademi ödüllerinde uyarlama ve özgün senaryo seçiminde üyeler benim yaşadığım zorluğu yaşayacaklardır. Aday isimler ve adaylıkları kazandıkları metinler muhteşem. Gönlüm INCEPTION diyor, mantığım ise Nolan’ın bu özgün senaryosu Akademi ödüllerinde mutlu sona ulaşacağını burada ise ödülün THE SOCIAL NETWORK’te yarattığı senarist filmi efektiyle AARON SORKIN’e gideceğini söylüyor. Bu ikisi varken diğerlerine şans bile tanımıyorum…

EN İYİ ÖZGÜN MÜZİK

1 - 127 HOURS – A.R. RAHMAN
2 - ALICE IN WONDERLAND – DENNY EFLMAN
3 - INCEPTION – HANS ZIMMER
4 - THE KING’S SPEECH – ALEXANDRE DESPLAT
5 - THE SOCIAL NETWORK – TRENT REZNOR&ATTICUS ROSS
TAHMİN: Son zamanlarda çeşitli reklam ve yeni yapım (yerli&yabancı) filmlerin tanıtımlarında bu listedeki hangi filmin temasını duyuyorsanız o kazanacak. INCEPTION-HANS ZIMMER…Olağanüstü bir tınıyla filme büyük katkı sağlayan Zimmer’in bu çalışmasını ne küreciler ne Akademi’nin yaşı geçkin insan evlatları es geçebilir. Es geçerlerse yatacak yer bulamazlar kendilerine o derece hani…

EN İYİ ANİMASYON
1 - DESPICABLE ME
2- HOW TO TRAIN YOUR DRAGON
3 – THE ILLUSIONIST
4 – TANGLED
5 – TOY STORY 3
TAHMİN: Bakmayın siz son sırada açıklandığına. Bu dalın en büyük favorisi bir devam filmi. TOY STORY 3. Devam filmi olmasından mütevellit kendisini zorlayacak tek isim HOW TO TRAIN YOUR DRAGON olacaktır... Benim için zor bir kategori. Listede Tangeld dışında hepsini izledim. Hepsi gerçekten özenli bir çalışmanın ürünü. Gönül iki numara derken mantık beş numara ipi göğüsleyecek diyor. Keşke ikisine birden paylaştırsalar da o gece rahat bir uyku uyusak…

EN İYİ YABANCI FİLM
1 - Biutiful (İspanya)
2 - The Concert (Fransa)
3 - The Edge (Rusya)
4 - I Am Love (İtalya)
5 - In a Better World (Danimarka)
TAHMİN: Yine zorlu bir seçim var önümüzde. The Concert’in yapım sırasında çok gerilerden geldiğini düşünürsek onu önce bir elemek lazım. The Edge ve In a Better World konusunda en ufak bir fikre sahip değilim. Dış basında, yarattığı etki itibariyle en çok iz bırakan ve övgü alan film; Alejandro Gonzalez Inarritu’nun son çalışması BIUTIFUL… Burada gönül ve mantık ilişkisinden ziyade daha tanınan bir isme gideceğini düşünüyorum. Javier Bardem’li bu film gecenin sonunda gülen taraf olacaktır.

13 Aralık 2010 Pazartesi

OSCAR’A DOĞRU...BÖLÜM 2...


7.Cadde bu yıl adaylık alması muhtemel filmler listesini yayınlamaya devam ediyor... Alışageldik üzere bu filmlerin bir çoğu henüz ülkemizde gün yüzü görmedi. Ve ne yazık ki vizyon sıralarını beklerken internette blue ray dahil kadar her türlü kaydına erişmek mümkün... Bunun neden ve sonuçları üzerine uzun uzun değineceğiz elbette ama şimdilik asıl konumuza dönelim ve listemizi keyifle okuyalım...

THE WAY BACK
Yön: Peter Weir
Oyn: Ed Harris, Colin Farrell, Jim Sturgess, Saoirse Ronan, Mark Strong


KISACA: 1940 yılında Sibirya’da bulunan toplama kampından kaçan askerlerin yolculuk hikayesini anlatıyor film...

VAZİYET: Filmin yönetmeni konusunda bir fikir versin diye yazalım. Dead Poets Scoiety, The Truman Show ve Master&Commander gibi yapımların kamera arkasındaki isim. Peter Weir. Master&Commander ile alması gereken ödülü Yüzüklerin Efendisi’nin kutsanmasına kurban eden yönetmen bu filmiyle hayli iddialı konumda. Ve oyunculuklar. Filmi henüz görmedik. Sadece bir tahmin olarak şunu söylebilirim ki Akademi yılların oyuncusu Ed Harris’i eli boş göndermek istemeyebilir. Adet olduğu üzere sırası geldiğini düşünülürse geceyi kazançlı kapatabilir. Dönem filmi olması bakımından da teknik dallarda adaylıklar alması kuvvetle ihtimal...

TRUE GRIT
Yön: Coen Brothers
Oyn: Matt Damon, John Brolin, Jeff Bridges, Barry Pepper


KISACA: 1969 yılı yapımı aynı adlı western filminin Coen’ler yorumu. Oldukça genç bir kadın tarafından babasının katilini bulması için görevlendirilen Rootster Cogburn ve bu macereda ona eşlik edecek çaylak bir polisin hikayesi.

VAZİYET: Orijinal filmdeki hikayenin bütün ana damarlarının korunduğunu hissettiren sinopsise biraderlerin katkısı ne olacak tahmin etmek güç. Her an her şey olabilirmiş gibi geliyor. Yayınlanan fragman aslına bakarsınız fena işçilik barındırmıyor değil. Sabık görüntü yönetmenleri Roger Deakins bu dalda ödüle adaylığını çok rahat bir şekilde koyacaktır. En İyi film Adaylığı ise 10’luk listede mümkün gözüküyor gibi. Ama beşlik liste için koca bir soru işaretini koymak gerek. Zira karşı yakada bu yıl epeyce zorlayıcı filmler mevcut. Oyunculuklarda ise Bridges özlemini çektiği Oscar’a geçen yıl kavuşmuştu. Adaylık bile sanırım ona en büyük hediye olacaktır. Kendisini severiz o ayrı...

THE SOCIAL NETWORK
Yön: David Fincher
Oyn: Jesse Eisenberg, Justin Timbarlake, Andrew Garfield


KISACA: 500 milyon üyesi bulunan yüzyılın fenomeni Facebook ve yaratıcısı Mark Zuckerberg üzerine şaşırtıcı derecede iyi bir film. Facebok’un yaratım ve gelişim süreci üzerine David Fincher yorumu tek kelimeyle müthiş...

VAZİYET: İlk olarak Seven’le sağlam bir iş ortaya koyan David Fincher, yıllar geçtikçe daha da büyüyor sanki. Fight Club, The Game, Panic Room, Zodiac, The Curious Case of Benjamin Button filmgrofisini işgal eden filmler. Facebook gibi sosyal ağ sitesi üzerinden harika bir gerilim yaratmasını bilen Fincher’a Akademi boş kalmayacaktır sanırım. Adaylık yolu çok yakın. Bana kalırsa yönetmenden ziyade bir senarist flmi olan The Social Network’un asıl yıldızı Aaron Sorkin. A Few Good Men ve Charlie Wilson’s War gibi filmlerin senaristi olan Sorkin’in ortaya çıkardığı metin adaylıktan ziyade daha fazlasını hak ediyor gibi. Oyunculuk konusunda emin olmamakla birlikte bir ihtimal Andrew Garfield’a En İyi Yardımcı Erkek dalında bir adaylık gelebilir...

NEVER LET ME GO
Yön: Mark Romanek
Oyn: Andrew Garfield, Carey Mulligan, Charlotte Rampling, Keira Knightley, Sally Hawkins


KISACA: Küçüklüklerinden bu yana ayrılmayan üç arkadaşın, günün birinde kendilerinin, hasta insanlara organ sağlamaları için üretilen klon olduklarını öğrenmeleriyle tüm yaşamları alt üst olur.

VAZİYET: Yukarıda kısaca anlattığımız konu Micheal Bay yönetmenliğinde çekilen aksiyon-bilimkurgu filmi The Island’a fena halde benziyor. Ama merak etmeyin filmin çıkış noktası bu yapım değil elbette. Kaynak, Kazuo Ishiguro’nun aynı adlı kitabı. Hollywood bu Japon yazarı çok seviyor. Yazarın bir diğer kitabı The Remains of the Day, 1993 yılında filme çekilmiş ve sekiz dalda adaylık kazanmış ama aday olduğu hiç bir daldan da yüzü gülmemişti. Filmin bir çok dalda adaylık alması bu anlamda sürpriz olmayacaktır. Uyarlama Senaryo kısmında The Social Network’a rakip olması muhtemel...

RABBIT HOLE
Yön: John Cameron Mitchell
Oyn: Nicole Kidman, Dianne West, Aaron Eckhart, Sandra Oh


KISACA: Akademinin çok sevdiği ama biz sinemaseverlere artık gına getiren bir konuya sahip. Evli çiftin çocuklarını kaybettikten sonra yaşadığı devinimler üzerine…

VAZİYET: Filmin derdi bana kalırsa tek kelimeyle ödül alabilmek. Bunun için çekilmiş hissiyati çok fazla. Bunu anlamak için Akademinin hangi filmlere ödül ve adaylık verdiğine ve sonrasında bu filmin konusuna bakmanız yeterli. Görebileceği muhtemel adaylıklar ise Nicole Kidman ve uyarlama senaryo olacaktır. Filmin yönetmen koltuğunda ki ismi sinefiller ve festival guruları iyi hatırlar. Yönetmen, 2001 yılı yapımı, İstanbul Film Festival dahil birçok festivalde gösterilen ilk filmi Hedwing and the Angry Inch ile tanınıyor…

HOW TO TRAIN YOUR DRAGON
Yön: Dean DeBlois & Chris Sanders
Ses: Jay Baruchel, Gerard Butler, Craig Ferguson, Jonah Hill


KISACA: Barbar Viking geleneklerine karşı duran ve düşmanları ejderhalarla dostluk kuran küçük Viking Hiccup’un sıradışı ve eğlenceli macerası…

VAZİYET:
Şahsi olarak bu yıl içinde izlediğim en iyi filmlerden bir tanesi. Kendisini En İyi Film kategorisinde görürsem hiç şaşırmayacağım… Karşısında zorlu bir rakibi var. Toy Story 3… Animasyon dalında adaylığı kesin. Ayrıca özgün senaryo ve teknik dallarda at koşturabilir çok rahatlıkla…


LOVE AND OTHER DRUGS

Yön: Edward Zwick
Oyn: Jake Gyllenhall, Anne Hathaway, Hank Azaria, Oliver Platt


KISACA: Film, parkinson hastası bir kadınla eczacısı arasında yaşananlara odaklanıyor… Filmin günümüzde değil 90’lı yıllarda geçtiğini de belirtmekte fayda var.

VAZİYET:
Güçlü yönetim güçlü kadro. Yönetmen Zwick’i; Glory, The Last Samurai, Defiance ve Blood Diamond’dan anımsayabilirsiniz. Filmlerinin genel havasını kişisel trajediler üstüne kuran Zwick’in bu filmde gösterdiği performansı çok merak ediyorum. Kendisine adaylık çıkması kaçınılmaz. Ve bu yıl gerçek anlamda uyarlama senaryo patlaması yaşanıyor. Jamie Reidy’in kitabından uyarlanan film bu dalda da güçlü gözüküyor. Ama yine söylüyorum ödül bu kategoride Social Network’e gidecektir… Oyunculuklar konusunda ise Jake Gyllenhall bir adım önde…

THE TOWN
Yön: Ben Affleck
Oyn: Ben Affleck, Rebecca Hall, Jon Hamm, Jeremy Renner, Blake Lively, Pete Postletwaite, Chris Cooper


KISACA: Boston’un banka soyma konusunda yetkin hırsızlarıyla ünlü mahellesinden çıkma profesyonel soyguncu Doug MacRay, bir soygun girişimi esnasında rehin aldığı Claire’ye fena halde aşık olur ve olaylar gelişir…

VAZİYET: Ben Affleck tam anlamıyla sürprizlerle dolu. Oyunculuğu gerçek anlamda berbat olan Affleck iş kamera arkasına gelince döktüresi geliyor. İlk olarak 2007 yılında, suç ve gerilim yazarı Dennis Lehane’nin çok satan kitabından uyarlanan Gone Baby Gone ile herkesi ters köşeye yatıran oyuncu- yönetmen, The Town’la başarısının tesadüfü olmadığını dosta düşmana haykırıyor. Filmde yarattığı atmosfer takdir edilesi. Kendisini başrole koyan Affleck, şunu söylüyor bize; beni ancak ben yönetirim. Çünkü oyunculuğu bu filmde inandırıcı ve içten… Film dışarıda eleştirmenler nezdinde olağanüstü tepkilerle karşılandı ve yapımcı firma Oscar için kampanyalara başladı. Sonuç ne olur pek kestiremesek bile, Affleck için, kariyerinde bir zıplama bir tepe noktası olacağı kesin. Senaryo, oyunculuk ve görüntü yönetiminde adaylıklar gelebilir. Yönetmenlik ise bu yıl biraz zor görüyor zira önünde arkasında çok büyük isimler ve çok büyük filmler var. Yine de belli olmaz…

THE TEMPEST
Yön: Julie Taymor
Oyn: Helen Mirren, Russel Brand, Djimon Hounsou, Alan Cumming, Alfred Molina, Ben Winshaw, David Strathairn


KISACA: Shakespeare’in yazdığı son oyun olarak biliniyor The Tempest. Oyun iktidarı elinden alınmış ve bir adaya kızıyla beraber sürülmüş olan Prospero'nun, emrindeki cinlerle beraber gizli işler çevirmesini konu alıyor. Yaratık Caliban, hizmetçi cin Ariel, ilk kez gördüğü erkek cinsine aşık olan Miranda hikayenin diğer saç ayakları.

VAZİYET: Shakespeare uyarlamaları Akademi tarafından çok sevilir. Kazanımları adaylıklarla sınırlı kalmayıp geceyi mutlu bitirme olasılığı her zaman için mevcut. Yönetmen koltuğundaki Julie Taymor ismini bir yerlerden hatırlıyorum derseniz eğer, Frida ve Across the Universe filmlerini söylemek yeterli olur. Filmin ihtişamlı kadrosunun resmi geçit yaptığı fragmanı teknik dallarda da adaylıklar alabileceğini söylüyor.

THE KIDS ARE ALL RIGHT
Yön: Lisa Cholodenko
Oyn: Annette Bening, Mark Ruffalo, Julianne Moore, Mia Wasikowska


KISACA: Lezbiyen bir çiftin çocuklarının sahibiyle bir araya gelmesi ve sonrasında gelişen bir takım ilginç olaylar…

VAZİYET: Bening ve Moore’un lezbiyen çifti canlandırması fazlasıyla kışkırtıcı. Brokeback Mountain etkisi yaratibilir mi emin değilim ama fazlasıyla adından söz ettireceği konusunda eminim. Moore ve Bening’den birine adaylık hatta ödül gelebilir. Aynı filmde birbirlerine de rakip olma ihtimalleri de çok yüksek ayrıca. Moore daha önce dört, Bening ise üç kez aday olmasına karşın henüz kavuşamadılar Oscar’a. Oyunculuklar dışında herhangi bir kategoride yapımın ismini görmek benim için sürpriz olacak…

1 Aralık 2010 Çarşamba

5 YENİ AFİŞ!!!






Yeni yılda izleyeceğimiz filmlere dair yeni afiş çalışmaları gelmeye devam ediyor. Son düşen mallar karşınızda... Favorim (grafik olarak) Rabbit Hole...

Bir “APAÇİ” ağlıyor!...


Uzun zamandır yurdun çeşitli yörelerinden yükselen “Apaçi” hareketinin aslında temellerinin 90’lı yıllarda atıldığını söylemek pekte yanlış olmaz. Youtube ve Facebook gibi sosyal medya siteleri aracılığıyla birer alay objesi olarak yaygınlaşan ve engel olunamayan bu hareketin altında yatanlarına bir göz atmak istedik. Kendimizce sonuçlar çıkardık. Keyifli okumalar....


2019, Filter, Godet, Switch, Fix, Cantina, Zing, Dulcinia ve adını hatırlayamadığım bir çok club. Şimdilerde birer nostalji tadında beynimde dolaşıyor. İstanbul semalarında elektronik müziğin bir çatı altında toplandığı ilk mekan olarak bilinir Maslak 2019. Efsanedir. Milattır. Takvimler 1993’ü işaret ettiğinde mabed, Maslak Oto Sanayi’de açılır. O dönem aynı isimle bir radyo istasyonu da mevcuttur. İstanbul gece hayatına yepyeni bir soluk getiren mekan, içinde çalınan müziği bilenlerin ve bu müzikle kendini ifade edebilenlerin buluşma noktasıydı. Uzun bir süre kendi çapında farklı parti ve performanslara ev sahipliği yapan mekan; clubbing, rave gibi kavramların yurda hızlı bir şekilde girmesiyle format atarak 97’de kapılarına kilidi vurmuştu.

Yeraltı kültü Maslak 2019 sonrasında mainstream kulvarına çıkan bir organizmanın parçası olmakta Türk insanı hiç bir sakınca görmedi. Yazılı ve görsel basının ilgisi de abartı yorumlarla birlikte gelişiyordu. “Nereden çıktı bu insanlar” tadında başlıklar o günlerin moda cümleleriydi. Radyolar bile günün şartlarına uygun müzikler çalıyor, yeni trendimiz büyük açık hava partileriyle kutsanıyor ve karşılanıyordu.

Elektronik müziğin hemen her türünde konser, parti performans gösterileri neredeyse haftanın tamamına yayılan bir çizgide ilerliyordu. Yer altında sessizce takip edilen kültür artık yüzeye çıkmış ve yeni bir şekle şemale bürünmüştü. Clubber terimi gündelik yaşamın içine girmiş ve kendi prototipini yaratmıştı. 15- 40 yaş aralığında bir kitleydi söz konusu olan. Hemen hepsi iyi okullarda okumuş ciddi bir kariyere sahiptiler. Mutlaka haftanın bir kaç günü dışarı çıkan ve değişik kulüplere giden, ideal tüketici olarak görülen, sık sık yurtdışına seyahat eden kişiler bunlar. Meslek sahibi olmayanlar yani ceplerinde öğrenci pasoları taşıyanlar ise iyi okullarda okuyor ve varlıklı ailelerinin destekleriyle hemen hemen bütün organizasyonlarda boy gösteriyorlardı.

Synthesizer temelli elektronik müzik ne oldu da şimdilerde alt kültürdeki kitlelerin ilgisine mahzar oluyor ve bundan ne derece zarar görüyor. Cevap çok basit aslında. Müzik asıl kitlesine kavuştu!.. İddialı bir laf olarak sizi şaşırtabilir. Aksini bile iddia edebilirsiniz. Ve fakat gelin görün ki benim için tam manasıyla olan bu. Elektronik müzik “trend”olmaktan çıkıp olması gerektiği yere yani yeraltına çekildi. Yeraltının asıl sahipleri ise kendilerini en iyi ifade edebilecekleri bir alan buldular.

Kentin gettolarında yaşayan bu kitle, birdenbire ortaya çıkmış değil. Elektronik müziğin trendy olarak hüküm sürdüğü zamanların son demlerinde boy göstermeye basladılar. Ve müziği trend olmaktan çıkartıp kendi içlerinde bir yere çektiler. Tabi bunu yaparken bilinç düzeyinin ne derece yükseklerde olduğu ise bir muamma. Gettolardan akın akın rave ve partilere gelen şimdilerde “Apaçi” o zamanlar “Krobır” olarak adlandırılan yaşam formları, beyaz yakalı kitleyi fazlasıyla rahatsız etmişti. Artık partiler ve DJ performansları, kısıtlı özel girilebilen organizasyonlara ve hatta ev partilerine devşirilmişti. Bu beyaz yakalı “temiz” kitlenin “kirli” olandan arınma ve saklanma yoluydu.

Bu noktada bir detaya dikkat çekmekte fayda var. Beyaz yakalı clubberlar ve tam karşılarında ki kitle hiç bir zaman aynı platformda buluşamadı. Birbirlerini kabullenemedi. Her iki tarafın da eksiklikleri vardı ve birbirlerinden ölesiye nefret ediyorlardı. Hiç bir taraf birbirini anlamayı bırak dinlemeyi bile düşünmedi. Müziği paylaşmak yerine birbirlerine düşman kesildiler. Güncel tabiriyle birbirlerine fazlasıyla “ötekiydiler”. Dans pistlerinde ötekiler plaklardan yükselen sesleri önemsemeyip, bir arada bulunmanın tadını çıkarmayıp aksi yönde davrandılar. Biri hayata karşı daha donanımlı öteki ise hayatın dip noktasında binbir güçlükle varolma savaşı veriyordu.

Varolma savaşındaki “öteki” dönem itibariyle “zengin” işi olarak kabul ettikleri bu müziği bir basamak olarak kullanmakta gecikmedi. Artık ait oldukları çevrelerinde kendi farklı kimliklerini oluşturmuş ve bu yeni kimliğin getirdiği özgüvenle daha farklı görünmeye başlamışlardı. Elitler tarafından pek hoş karşılanmayan bu yeni stilleri ise içte yaşananın vücut bulmuş hali gibiydi. Bu stil tam manasıyla karşılarında durdukları nesnenin kopyası olmaktan hemde kötü bir kopyası olmaktan öteye gidemedi maalesef.

Giyim kuşamdan başlayıp, saç baş stillerine kadar “zengin” işi ne varsa bunun kopyasını üretmek ne derece yaratıcı ne derece aykırı bir davranış!. Bu davranışları onları anlaşılabilir bir kitle olmaktan uzaklaştırıp, gülünç duruma düşürdü. Dost meclislerindeki sohbetlerde birer alay malzemesi olmaktan öteye gidemediler. Yaptıkları kendilerine has davranış biçimleri birer obje haline geldi TV skeçlerinde, reklamlarda ve filmlerde gülünebilecek vakalara dönüşütürüldüler. Sosyal medyada adlarına gruplar kuruldu ve sağdan soldan toplanan materyeller eşliğinde eğlence kaynağı oldular. Düzen yine kendini “öteki”den korumasını bilmiş ve ondan bir eğlence nesnesi yaratmıştı.

Ve bütün bu olanların tam ortasında kaybolan bir müzik. Oysa ki vakti zamanında müziğin yer altından çıkıp yer üstünde gezindiği süre içerisinde birbirinden önemli işlerde başarıldı bu ülkede. Müzik kanallarından, müzik dergilerinden günlük gazetelerden takip edilen bir çok önemli grup/DJ, devasa parti ve organizasyonlar eşliğinde binlerce kitleye ulaşıyordu. DJ’liğin meslek olup olmadığına dair bin tane haber analizler yazılıyordu. Bu müziğe gönül vermiş bir çok isim yurt dışı festivallerinde boy gösteriyor ülke tanıtımı konusunda ciddi girişimlerde bulunuyordu. Yerli DJ’lerin oluştuduğu organizasyonlar muadili yabancı ünlülerle boy ölçüşebilecek kıvamdaydı.

Müziğin artık tekrardan yer altına inmesiyle birlikte yazılı ve görsel basınında ilgisi yok oldu. Artık yine çok küçük bir kitle bu müziğin içinde ve kendi starlarının peşinde. Belki de en doğru olan yerde ve en doğru sahipleriyle birlikte. Tek fark clubleri artık gülüp eğlendiğimiz “apaçi” dediğimiz kitlelerinin dolduruyor olması.

APAÇİ OLMANIN BEŞ ŞARTI!!!
Elektronik müziği sevip ve müziği tam manasıyla yaşayıp özümsemiş kitleleri tenzih ederiz…

1 – Saç Stili
Mutlaka saçları bir ton jöleye bulayacak ve son mohikan tadında bir kesim yaptıracaksın…

2 – Giyim-Kuşam
Ne kadar kazandığının pek önemi yok. Stilini çok rahat oluşturabilirsin. Taklit ürünler satan sudan ucuz pazarları dolaşman yeterli bunun için. Dört çizgili Adidas taklitten sayılmıyor nasıl olsa.

3 – Müzik zevki
Ne dinlediğinin aslında çok önemi yok. Elektronik müziği çok sevebilirsin. Parti rave gibi atraksiyonlarda boy gösterebilirsin. Dans etmene de gerek yok salın yeter. Sürekli cep telefonuyla oynar gibi yapıp sağda solda tek tük olan memeli varlıkları kesebilirsin. Eve girdiğinde ise İsmail YK eşliğinde sabaha kadar tepinebilir xhamster eşliğinde hülyalara dalabilirsin…

4 – İçme halleri
Bol bol rakı ve bira içip mekana gitmelisin. Yoksa mekanda satılan içkilere paran yetmeyebilir. Bütün geceyi elinde tuttuğun şaşal suyla geçirebilirsin. Aman dikkat bodyguardlar duruma uyanmasın!...

5 – Davranışlar
Çok önemli bir mevzu. Kavgan sistemle gibi davranıp kendinle savaşacaksın. Mazlum tadında fotoğraflar çekip, bunu sosyal medyada eşle dostla paylaşacaksın. Her an seks yapacakmış gibi hazır kıta olacaksın.

CLUBBER OLMANIN BEŞ ŞARTI

1 – Red Bull votka bir parçan olacak…
2 – Adidas ve benzeri markaları sıklıkla giyeceksin. Orjinal olmasına özen göstereceksin.
3 – TV ve radyolardaki müzikleri takip edecek ve eş dost meclislerinde konuşabilecek anlatabilecek kıvamda olacaksın.
4 – Bakkal tabir edilen mainstream müziklere pek yüz vermeyeceksin. Evde istediğin kadar tepin o müziklerle.
5- Yurt içi ve yurt dışı festivallerini takip edecek gerekirse yerinde orada olacaksın…

APAÇİ MARŞLARI
1 – Flowshakerz: Outro Lex
2 – Waveshock: Shake Me Down
3 – SideKick: Deep Fear
4 – Hector Rumba: Rumba
5 – Daddy Yankee: Gasolina

26 Kasım 2010 Cuma

Twilight: Breaking Dawn'dan ilk kare!!!


İçi boşaltılmış vampir ve kurt adam mitinden ergen bedenlerde ayrı bir mit yaratan Twilight fırtınası bir türlü dinmek bilmiyor. Serinin dördüncü bölümünün -çok lazımmış gibi- iki bölüm halinde çekimlerine başlandı.

Final bölümünün yönetmen koltuğundaki isim ise "Dreamgirls"den tanıdığımız Bill Condon. Yani kendisi o nefretle andığımız Hollywood’un kravat takan memur yönetmenlerinden. Yapımcıları ne derse yapacak biri. Final bölümünün iki bölüm halinde hazırlanmasının tek bir açıklaması olabilir, o da paragöz yapmcıların altın vuruşu yapmak istemeleri. Ne diyelim allahlarından bulsunlar. Verdiler genç bedenlere zehiri...

Gelelim asıl meselemize. Kirsten Stewart'ın bedeninde can bulan Bella'nın yatağına uzanmış şekilde bir fotoğrafı sanal ortamlara düştü. Kitapları büyük bir heves ve hayranlıkla takip eden fanlar bu sahnenin önemini kavrayacaklardır. Setten sızan ilk fotoğrafın Bella'nın yüzünün görünmemesine rağmen büyük heyecan yaratacağını elbette ki uyanık yapımcılar da biliyordu.

Filmin, Bella dışındaki oyuncuları ise; Robert Pattinson (ömrü boyunca bu garabetle anılacak!), Dakota Fannig, Jackson Rathbone, Anna Kedrick ve Taylor Kendrick...

İlk bölümün gösterim tarihi 18 Kasım 2011 olarak belirlenmiş... O vakitler kendimi bir adaya atıp fırtına dinene kadar şehre uğramamayı dahi aklımdan geçiriyorum...

MASKELİ SÜVARİ JOHNNY DEPP


Büyük bütçeli yaz filmlerinin efsane yapımcısı Jerry Bruckheimer yeni bir "Karayip Korsanları" serisi yaratma peşinde. Hedefteki proje 80'li yılların televizyon dizilerinden Maskeli Süvari (The Lone Ranger)...

Zorro'u andıran göz bandı, siyah şapkası ve gümüş kurşunlarla dolu silahıyla anti kahraman-kovboy- görümündeki Tonto ve şürekasından mütevellit maceralardan oluşan dizinin sinema uyarlaması için kolları sıvayan tek isim Jerry Bruckheimer değil elbette. Yapımın yönetmen koltuğuna oturan ise, "Karayip Korsanları" serisiyle popcorn sinemada rüştünü ispatlayan Gore Verbinski. Filmin ana karakeri Tonto'yu ise Johnny Depp canlandıracak. Bir nevi eski arkadaşlar toplandık yine yeniden eğlenelim dedik hali.

Filmin seyirciyle buluşma zamanı olarak 2012 belirlenmiş... Maskeli Süvari'den yeni bir Karayip Korsanları serisi ve tadı çıkar mı çok emin değilim yinede kadro itibariyle umut vermiyor değil. Bekleyip göreceğiz artık...

25 Kasım 2010 Perşembe

10 MADDE : I LOVE PHILLIP MORRIS


Olağanüstü güzellikte “sivri” bir film “ I love Phillip Morris”. Başrollerini Jim Carrey ve Ewan McGregor’un paylaştığı filmden kısa notlar...

* Filmin ismine aldanıp bir sigara şirketinin hikayesi moduyla yaklaşmayın. Konusunu, tarihin görüp görebileceği en ilginç ve zeka düzeyi yüksek dolandırıcısı Steven Jay Russel’ın gerçek hikayesinden alan yapım, iki homoseksüelin aşkını olabildiğince güzel anlatıyor. Ön yargılarınızı bir kenara bırakıp izlemenizde fayda var. Neticede alışageldik şekilde bir kadın ve bir erkekten oluşan romantik filmlerden ziyade iki gayin hikayesi gerçekten komik ve bir o kadar can acıtı.

* Filmin iki yönetmeni var. Glenn Ficarra, John Regua. İkili filmde gayet başarılı bir yönetim sergiliyorlar. Sizi sıkmayacak bir tempoda hem dramı hem komediyi keyifli bir şekilde işlemişler...

* Filmin bir diğer başarılı ikilisi elbette ki başrol oyuncuları. Carrey ve McGregor resmen resital sunuyorlar desek yeridir. Slapstick komedilerine alıştığımız ve sevdiğimiz Carrey’in performansı gerçek anlamda takdire şayan. Sanki oyuncu hayatı boyunca bu rolü beklemiş azmetmiş de oynamış diye düşünmeden edemiyorsunuz. Keza McGregor; ona hayran olmamak elde değil. Dram sahnelerindeki performansı okullarda ders olarak okutulacak cinsten. Biraz da abartmak gerekirse bu yılki Oscar’larda en azından adaylıklarda isimlerini duymamız gerekir diye düşünüyorum. Zira Akademi son yıllarda eşcinsel temalı filmlere prim vermekte elini korkak alıştırmıyor. (bkz.Milk)... Bir de üstüne gerçek hikaye olduğunu düşünürseniz bir kaç adaylık alması gerekir.

* Filmin öyküsü sizlere tanıdık gelecektir. Steven Spielberg’in yönetmenliği yaptığı, Leonardo DiCaprio ve Tom Hanks’in oynadığı “Catch Me if You Can” ile “Brokeback Mountain” tadı alacaksınız. Ama bu iki filmin etkilerini görmenize rağmen onlardan daha özel ve daha derli toplu olduğunu da göreceksiniz...


* Hayatı yalanlar üstüne kurulu Steve Russel’ın dolandırıcılıkta başarısı ve sonrasında her seferinde yakayı ele vermesini kahkahalar eşliğinde izleyeceğinizden emin olabilirsiniz. Yaptığı bütün dolandırıcılıklardan ardından kendinde tek kalan şeyin “Aşk” olduğunu görmesi işin hüzünlü kısmını oluşturuyor.

* Filmi topyekün bir başyapıt ilan edemeyiz. Zira hapishane sahneleri biraz abartı ve gerçek dışı duruyor. Filmin uyarlandığı Steven McVicker’in kitabını okumadım. Ama yılların Hollywood hapishanelerine ters düşen durumlar biraz mantığınızı zorlayabilir.

* Filmin bir diğer artısı müzikleri. Hiç bir şekilde uygunsuzluk göze çarpmıyor. Neredeyse her sahneye en uygun müzikleri bulup kullanmışlar. Nina Simone’dan “To love somebody” ve Devotchka’dan “I cried like a silly boy” ilk elden akılda kalanlar...

* Filmin bir diğer yanı ise politik göndermeleri. Ciddi bir George W.Bush ve Texas düşmanlığını rahatlıkla sezebilirsiniz. Hatta bir sahnede “Fucking Texas” sözünün altında yatanı anladığınızda yüzünüzde ufak bir tebessüm oluşacak...Final cümlesine dikkat!:)

* Filmde birden fazla twist (ters köşeye yatırma) var. 6.His’den bu yana sıkça başvurulan twistler bu filmde doğru zamanlarda kullanıldığı ve gerçekten beklemediğiniz anlarda geldiği için sıkıcı olmaktan ziyade keyif verici...

* 2008 yapımı filmin ilk gösterimi 2009 Ocak ayında Sundance Film Festivali’nde oldu. Bu tarihten itibaren Cannes dahil bir çok önemli festivalde gösterim şansı bulurken anavatanı Amerika’da bile genel gösterime ancak 3 Aralık’ta çıkacak. Filmin Türkiye gösterimi büyük ihtimalle filmin ne kadar iyi promate edilmesiyle şekillenecek. Kişisel kanaatim kuvvetle muhtemel DVD olarak raflardaki yerini alacak. Gönül rahatlığı içerisinde tekrar tekrar izlenecek filmler arşivinize katabilirsiniz. DVD alacak param yok diyorsanız dayanın torrent sitelerine...BlueRay’den DVD kaydına kadar her türlü formatta bulabilirsiniz (bir dost)...

21 Kasım 2010 Pazar

...ERKEN BASKI... ARALIK AYI İZLEME REHBERİ...


Yılın bu son ayında sinema koltuğuna kurulup izlenmesi gereken beş film...

AV MEVSİMİ
3 Aralık
Yön: Yavuz Turgul
Oyn: Şener Şen, Cem Yılmaz, Çetin Tekindor, Melisa Sözen, Okan Yalabık

Kısaca: Bir cinayet araştırması sırasında hayatları alt üst olan üç farklı polisin hikayesi dışında pek bir bilgiye sahip değiliz.
Beklenti: Yavuz Turgul ve Şener Şen ortaklığı sinemamızın en verimli ortaklıklarından olmuştur her zaman. Son yıllarda yaptıkları bir kaç iş birbirine benzer temalar etrafında dönse de, her zaman büyük ilgi görür ve takip edilir. Filmin ilk teaser görüntüleri yayınlandığında yerli “Se7en” geliyor nidalarıyla beklemeye koyulmuştuk. Nihayetinde ise yakın zamanda fragmanı ve ön tanımtımlarıyla görücüye çıkan film, ilk etkinin aksine biraz kuşkuyla karışık bir bekleme sürecine girdi. Fragmanlar her zaman için tam ve sağlıklı bir fikir vermese bile, şahit olduğumuz görüntüler şimdilik bizleri tuhaf, sıkıcı ve hatta hikayesi olmayan bir film bekliyor gibi duruyor. Yine de umudumuzu kaybetmedik ve sinemadaki yerimizi alıp ışıklar kapandığında kadrosunun verdiği güvenle pür dikkat kesileceğimizden hiç şüphemiz yok...

THE TOURIST
10 Aralık
Yön: Florian Henckel von Donnersmarck
Oyn: Angelina Jolie, Johnny Depp

Kısaca: Aşk acısından kaçıp İtalya’ya giden Amerikalı Frank’in sıradışı turistik hikayesi. Güzeller güzeli (ne demekse bu, ağız alışkanlığı, artık çok yaşlanmış Jolie) Elise’nin ortaya çıkmasıyla İtalya’ya yapılan turistik ziyaret amacından sapar. Bol entrika ve kaçıp kovalamacısı bol bir seyirlik.
Beklenti: Bir kere film fazlasıyla bu yaz sonu izlediğimiz Tom Cruise ve Cameron Diaz’lı aksiyon “Knight and Day”ı anımsatıyor. Ve aslına bakarsınız “The Tourist” Hollywood’un vazgeçemediği bir alışkanlığının yeni bir örneği. Yani yeniden çevrim. Başrollerini Sophie Marceau ve Yvan Attal’ın oynadığı , Jerome Salle yönetiminde çekilen 2005 yapımı “Anthony Zimmer”in İngilizce versiyonu … Filmin umut veren tek tarafı oyuncularından ziyade yönetmen koltuğundaki isim. Von Donnersmarck, “Das Leben der Anderen-Başkalarının Hayatı” filmiyle En İyi Yabancı film Oscar’ını kucaklamıştı. The Tourist bu filmden sonraki ilk filmi. Henüz filmi görmedik ama stratejik olarak Hollywood’daki ilk işinde remake koltuğuna oturmak şaşırtıcı ve yanlış bir karar olabilir. Bekleyip göreceğiz.

THE CHRONICLES OF NARNIA: THE VOYAGE OF THE DAWN TREADER
10 Aralık
Yön: Michael Apted
Oyn: Ben Barnes, Skandar Keynes, Georgie Henley, Will Poulter

Kısaca: Narnia Günlükleri serisinin üçüncü filminde kahramanlarımız Edmund ve Lucy Pevensie ile şürekası kendilerini bir tablonun içine yerleştirilmiş halde Şafak Yıldızı isimli gemide bulurlar. Kader çizgilerini belirleyecek yolculuklarında hayal bile edemeyecekleri engellerle karşılaşırlar ve olaylar gelişir…
Beklenti: Filmin yönetmeni Apted, memur yönetmen olarak tabir edilen tipik bir Hollywood yönetmeni. Stüdyo ne derse emir komuta zinciri içinde bunu yerine getirmekle mesai harcar, özgün fikirlerini ve yönetmenlik becerilerini geri plana iterler. Bu bakımdan bir yönetmen filminden ziyade büyük bütçeli filmlerde adet olduğu üzere yapımcının kurallarının işlediği bir seyirlik bekliyor bizi. Buda beklentiyi olabildiğince minimize etmemiz için bir neden. Patlamış mısır ve büyük boy bir kola eşliğinde özel efektlerle sırtını dayamış bir masal izlemek istiyorsanız size mani olmayalım… İlaveten filmin 3D olduğunu belirtmek isterim ki olmazsa şaşardım zaten…

ÇAKAL

17 Aralık
Yön: Erhan Kozan
Oyn: Uğur Polat. Erkan Can, İsmail Hacıoğlu, Çetin Atay

Kısaca: Annesinin ölümüyle hayatı bir anda farklı bir yöne sapan Akın’ın yaşadığı sıradışı olaylar. Yeni hayat yeni düşmanlar hesabı…
Beklenti: Türk sinemasından yeni bir kara film örneği daha. Bu tarz filmleri Hollywood kodlarıyla çözmeye çalışıyoruz nedense. Oysa ki kara filmin tüm segmentleri bizim yaşam biçimlerimize fazlasıyla uygun ve rahatlıkla adapte edilebilir. Ama illa Hollywood işi olacak diye kasan bir tarafımız var. Bu filmi henüz görmedik sözümüz meclisten dışarı ve fakat gelin görün ki anımsattığı tam olarak böyle bir his. Filmin güven veren tek tarafı Uğur Polat ve Erkan Can. Fazla bir beklentiye kapılmadan en azından oyunculuk şovu için gidip izlenebilir...

THE TOWN
24 Aralık
Yön: Ben Affleck
Oyn: Ben Affleck, Rebecca Hall, Jeremy Renner

Kısaca: Boston şehrinin en acımasız banka soygun çetesi ve onun lideri Doug’un giriştikleri son işte başlarına gelen Stockholm Sendromu’nu anımsatan durumun yarattığı etkileri üzerine bir film.
Beklenti: Oyunculuğu tartışmalı yönetmenliği ise başarılı bulunan Ben Affleck’in ikinci yönetmenlik denemesi. Yurt dışında hayli olumlu eleştiriler almış durumda. Bizde de Ekim ayında Film Ekimi kapsamında sınırlı bir gösterime çıkmıştı. Artık genel gösterim vakti. Oscar yarışında ismini duymamız muhtemel dahilide. Film Ekimi’nde kaçırdıysanız eğer size köprüden önce son çıkış. Kaçırmayın…

OSCAR’A DOĞRU... BÖLÜM - 1...


27 Şubat 2011'de 83. kez sahiplerine verilecek olan Oscar’ların henüz aday listeleri yayınlanmadı. Adaylıklar ise 25 Ocak'ta açıklanacak. Yıl boyunca bizde ve yurtdışında vizyon yüzü görmüş (ve görmeye hazırlanan) yarışa katılabilecek filmleri süzgeçten geçirip kendimce bir liste hazırladım. Listenin ilk bölümü takdimimdir. Keyifli okumalar...

127 HOURS
Yön: Danny Boyle
Oyn: James Franco, Amber Tamblyn, Kate Mara


KISACA: Konusunu gerçek bir hikayeden alıyor. Aron Ralston isimli dağcı tırmanış esnasında kaya bloğuna sıkışır. Ve 127 saat boyunca kurtarılmayı bekler.
VAZİYET: Son filmi “Slamdog Millionaire” ile heykelciği evine götüren Danny Boyle’un açıkcası nasıl bir film yaptığı merak konusu. Neticede 127 saat tek mekanda geçen bir filmin sinematografik yapısı Akademi üyelerine biraz fazla gelebilir. Filmi tek başına götürecek olan James Franco'nun adaylık konusunda şansı yüksek ama karşısında çok güçlü bir rakip olacak...Colin Firth...

AGORA
Yön: Alejandro Amenabar
Oyn: Rachel Weisz, Max Mighella, Asraf Barhom


KISACA: Din olgusunun insanın kültür hayatına olan yıkıcı etkisini muazzam bir şekilde aktarıyor film. Döneminin filozof ve astronom bilgini İskendireyeli Hypatia’nın yaşadıkları üzerine temelleniyor.
VAZİYET: Filmin sanat ve görüntü yönetmenliği dallarında aday olmaması için hiç bir neden yok. Başarılı set ve kostüm çalışmaları mevcut. Oyunculuk olarak adaylık alacak kadar pek parlak olmasa da yönetim olarak Amenabar’a bu filmden bir adaylık çıkması muhtemel. Yalnız filmin ABD’deki dağıtımında bir problem yaşandığından Oscar yarışı dışında kalması da gündemde…İyi kulis ödülleri getirebilir…

THE AMERICAN
Yön: Anton Corbijn
Oyn: George Clooney, Bruce Altman, Thekla Reuten


KISACA: Martin Booth’un çok satan romanından uyarlama film, son işini yapıp inzivaya çekilmeye hazırlanan bir tetikçinin öyküsünü anlatıyor.
VAZİYET:
Video klip ortamlarından çıkıp uzun metraja gönül veren Corbijn, bir önceki filmi “Control” ile resmen göz ardı edilmişti. Bu sefer de edilmeyeceğinin bir garantisi yok elbette. Filmin bana göre artısı, Martin Ruhe yönetimindeki görüntü çalışması. Bunun dışında pek kayda değer adaylıklar ve kazanımlar ihtimal dahilinde gözükmüyor….

BLACK SWAN
Yön: Darren Aronofsky
Oyn: Natalie Portman, Mila Kunis, Vincet Cassel, Winona Ryder, Barbara Hersey


KISACA: Kuğu Balesi’ni bilen bilir. Filmin ismi bu ünlü balenin bir bölümüne öykünüyor. Emekliye ayrılmış bir balerin ve onun rakibesi hakkında Aronofsky tadında bir gerilim. Metaforlar içinde yüzeceğinizden emin olabilirsiniz…
VAZİYET: Akademi için yorucu olabilir. Bir kere gerilim ve metaformik anlatımlar artık iyiden iyiye yaşlanmış üyelere zor ve anlaşılmaz gelebilir. Bu haliyle işi zor görünsede, en azından En İyi Yönetmen dalında Aronofsky’e bir adaylık çıkması muhtemel… Belki bir ihtimal oyunculuk dallarında sürpriz yapabilir...

BIUTIFUL
Yön: Alejandro Gonzalez Inarritu
Oyn: Javier Bardem, Marciel Alvarez


KISACA: Zorunlu olarak yaptığı yasadışı işlerle para kazanmaya çalışan, sorunlu ama sadık ve duyarlı bir babanın hikâyesi.
VAZİYET: Film Meksika tarafından En İyi Yabancı Fim kategorisinde yarışması için gönderildi. Buna ilave olarak pek çok dalda adaylık alma şansı çok yüksek. Başrol oyuncusu Javier Bardem , bu filmdeki performansıyla Cannes’da En İyi Erkek Oyuncu ödülünü kazanmıştı. Filmin arka planında görkemli ve hepsi Oscar heykeli sahibi isimler mevcut: Görüntü yönetmeni Rodrigo Prieto (Brokeback Mountain), kurguda Stephan Mirrione (Traffic) ve yapım tasarımda Brigitte Broch (Moulin Rouge!). Bu isimlerin hepsi filmi yarışta bir adım öne taşıyacak isimler.

THE FIGHTER
Yön: David O.Russel
Oyn: Christian Bale, Amy Adams, Mark Wahlberg, Melissa Leo


KISACA: Yapım, “irish” Ward adındaki bir boksörün hayat hikayesi üzerine inşaa edilmiş. Yılın spor temalı aile filmlerinden diyebiliriz…
VAZİYET: Akademi’nin en sevdiği türden. Spor ve aile teması her zaman iş yapan konular. Yönetmeni O.Russel pek sevilen ve takdir edilen bir isim olmamakla beraber filmden çıkacak muhtemel adaylıklar oyuncu bazlı olacaktır.

INCEPTION

Yön: Christopher Nolan
Oyn: Leonardo DiCaprio, Joseph-Gordon Lewitt, Ellen Page, Ken Watanabe, Marion Cotillard, Michael Caine, Tom Berenger, Cillian Murphy


KISACA: Uzmanlık alanı rüya görme anında bilinçaltının derinliklerindeki değerli sırları çalmak olan insanüstü hırsız Dom Cobb’un altın vuruşu…
VAZİYET: Yılın en önemli en özgün işi. En fazla adaylık alacak filmlerinden biri olacak şüphesiz. Orijinal Senaryo adaylığı cepte denebilir. Keza bu yönetmenlik içinde geçerli. Bir önceki filmi The Dark Knight ile Akademi tarafından eli boş gönderilen Nolan’ın şansı bu sefer zirvelerde geziniyor. Son zamanlarda bizim keyifsiz yerli filmlerin fragmanlarında sıkca duymaya başladığımız tema müziği ile de heykelciği kaldırmaması için hiç bir neden yok.

WINTER’S BONE
Yön: Debra Granik
Oyn: Jennifer Lawrence, John Hawkes, Dale Dickey


KISACA: Küçük kardeşleri ve hastalıkla boğuşan annesine bakmakla mükellef genç bir kızın dramatik öyküsü.
VAZİYET: Film bu yıl Sundance’da Büyük Jüri Ödülü’yle onurlandırıldı. Debra Granik’in hem yazıp hem yönettiği film ayrıca Waldo Salt senaryo ödülünü de hanesine yazdırmakta gecikmedi. Klişelerden arınmış bir dramatik yapının Akademi üyelerini cezbetmemesi imkansız. Yönetimden ziyade filmin en büyük kozu olgun senaryosu ve genç oyuncusu Jennifer Lawrence. Olası rakibelerini zor durumda bırakacak kadar güçlü bir performans sergiliyor Lawrence…

TOY STORY 3

Yön: Lee Unkrich
Ses: Tom Hanks, Tim Allen, Joan Cusack, Ned Beatty, Don Rickles


KISACA: Çok sevilen animasyon serisinin bu son bölümünde Andy, üniversiteye gitmeye hazırlanmaktadır. Çocukluk döneminin sadık oyuncakları ise belirsizlikler içinde olan gelecekleri yüzünden endişe içindedir.
VAZİYET: Bu yılın hem seyirci hem eleştirmen bazında geçer not alan animasyon filmi. Gişede de büyük başarı yakaladı. Animasyon’da adaylığı kesin olsa da bir sürpriz yaparak En İyi Film Kategori’sine giriş yapabilir…

THE KING's SPEECH
Yön: Tom Hooper
Oyn: Colin Firth, Helana-Bonham Carter, Geoffrey Rush, Timothy Spall, Guy Pearce, Michael Gambon


KISACA: Konuşma bozukluğu rahatsızlığına sahip İngiltere kralı VI. George ve ona bu hastalığı konusunda yol arkadaşlığı yapan terapisti üzerine bir dönem filmi…
VAZİYET: Dönem filmleri Oscar Akademisi’nin en çok sevdiği yapımlar olmuştur. Kostüm olayını çok severler. Buradan bir adaylık çıkar kesin. Kral George’yu canlandıran Colin Firth için dışarıda muhteşem tadında yorumlar yapılıyor. Epeydir oyunculuğuyla göz kamaştıran Firth adaylıktan ziyade ödüle çok yakın.

20 Kasım 2010 Cumartesi

YARGIÇ DREDD'LE İKİNCİ RANDEVU...


"Bir toplumda suç varsa orada adalet yoktur" düsturuyla yayınlanan ünlü İngiliz çizgi roman polisiyesi Judge Dredd beyazperdeyle ikinci randevusuna hazırlanıyor...

Çizgi romanın 1995 yılında yönetmen Danny Cannon tarafından uyarlanan versiyonunda, aslına sadık olarak yaratılan evrenin, son derece kötü senaryosu ve aceleci tavrından dolayı pek beğenilmediğini söylemek gerekir. Filmde Yargıç Dredd olarak İtalyan aygırı Slyvester Stallone'yı izlemiş ve rolü kendisine pek bir yakıştırmıştık.

Aradan geçen 15 yıl sonrasında "Dredd" ismiyle tekrardan sevenleriyle buluşacak olan bu distopyada, yargıç rolünde Karl Urban'ı izleyeceğiz. Urban'ı daha önce Yüzüklerin Efendisi serisinde Eomer suretinde izledik. Bugün yayınlanan ilk fotoğrafa göre (yüzü pek belli olmasada) tipoloji olarak en az Slyvester kadar bu role uygun olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Başarılı seçimlerinden dolayı yapımcıları tebrik ederiz...

Gelelim filmin kimin yönettiğine. "Vantage Point" filmiyle farklı bir aksiyona imza atan ve bizde vizyona girmeyen "Endgame" ile bu alanda en azından seyer değer işler koyan Peter Travis yönetiminde çekiliyor film.

Asıl heyecan uyandıran isim bana göre filmin senaryosunu kaleme alan Alex Garland. Senaristin kaleminden çıkan filmlere bakmak bu film için umutlanmamızı sağlayabilir. "The Beach", "28 Days Later", "Sunshine"gibi ortalamanın üstünde işlere atan Garland bana göre özel efektlerden sonra bu filmin en büyük kozudur...

Çekimleri 12 Kasım'da Cape Town'da başlayan filmi 2012'nin yaz aylarında izleyebileceğiz. O vakte kadar ilk versiyonu bir kaç kez izleriz artık...