29 Ağustos 2009 Cumartesi

‘VİZYON’ NEFES'SİZ KALIR MI?



Son günler malumunuz. Açılımlar zamanındayız. Yedi yıldan bu yana ülkeyi yöneten AKP’in Kürt sorununu çözme girişimi aldı başını gidiyor. Çözülür veya çözülmez bu potaya girmek yerine, asıl ilgimize dönersek, uzun zamandır sanal dünyada çeşitli teaser görüntüleri ve beş dakikalık bir sahnesiyle gündem yaratan “Nefes” filminin vizyon yüzü görüp göremeyeceği.

Çekimlerine 2007 yılında başlanan filmin yönetmenliğini, reklam ve klip dünyasından gelme Levent Semerci yapıyor. Oyuncu kadrosu tamamen tiyatro kökenlilerden oluşan film, sürekli vizyon tarihi değiştirmesiyle artık bekleyenleri nefessiz bırakacak hale geldi. Filme dair bilinen hikaye, 2365 metre yüksekliğinde ki Karabal tepesinde konuşlu bir röle istasyonunu korumakla görevli 40 kadar askerin yaşadıkları...

30 yıla yakındır Türkiye’nin gündeminde yer alan Güneydoğu ve buna mukabil terör sorunu aslında sinemacılar için biçilmiş bir kaftan. İçerisi ve dışarısıyla her biri öykü tadında yaşamların olduğu, yaşamların son bulduğu, hikayeleri ve görselliği dopdolu bir kaftan bu. Ama asıl dert tabiki konuyu veya konuları nasıl ve hangi cesaretle işleneceği idi. Şimdiye kadar yapılanlar, ne şiş yansın ne de kebap tadında etliye sütlüye dokunmayan, (Güneşi Gördüm) ya da hamaset ve militarizm kokan (Kurtlar Vadisi Irak) gibi denemelerdi.

Nefes filmi bunların neresinde olacak şu an bu bir muamma, ama son yayınlanan beş dakikalık sahne az da olsa bir fikir edinmemizi sağlıyor. Uyursan ölürsün. Bu söz filmin ikinci adı gibi kalacak neredeyse. Sahneyi anlatmaya gerek yok. Çekim ve oyunculuklar muhteşem görünüyor. Teknik başarısı üst düzeyde. Daha önceki teaser görüntülerinde hafiften “Full Metal Jacket” havası aldığımız film, artık başka bir noktaya doğru gidiyor.

Askerlik yapan cenah çok iyi bilir ki, bu sözü askerlikleri boyunca defalarca duymuşlardır. Ve gerçekliği, yaşanan acı olaylarla örneklendirilmiş, tecrübe edilmiştir. Yaşanan son acı tecrübe ise, sanki bu sahneye ve anlattığına nispet yaparcasına evet ben gerçeğim diyerek yaşandı. Nöbet mevziinde uyuyan askerlerinin eline ‘fırsat eğitimi’ altında pimi çekilmiş el bombasını veren ve sonrasında bu dört askerin yaşamının son bulmasına neden olan acı gerçeklik. Ve sanal dünyada ilgiyle takip edilen filmin gündemin tam ortasına düşmesi.

Bundan sonrası merakla bekleniyor. İki yıl önce çekimlerine başlanan ve hali hazırda gösterim tarihi net olmayan bir film. Bunun yanısıra içerik doğal olarak olarak flu. Yani savaş karşıtı bir film mi göreceğiz yoksa militarizmi dibine kadar yaşayacakmıyız. Yoksa “liberal” söylemlere mi maruz bırakılacağız... Nasıl olursa olsun , sinema severserleri, teknik ve görsellik olarak çok iyi bir filmin beklediğini, gişede sağlam rakamlara ulaşacağını ve dahasında hakkından çok fazla söz edeceğini söylemek kehanet olmaz sanırım. Eğer vizyon yüzü görürse tabi...

Gündem allı pullu. Kimilerince Kürt açılımı kimilerince demokratik açılım. Yeni bir vizyonun eşiğinde ülke. Bu aşamada iktidar sahipleri bu vizyonu sekteye uğratacak hemen şeyden imtina edeceklerdir. “Nefes” için söylenenler, konuşulanlar “alın size açılım”dan öteye geçemedi henüz. Şimdiden yayınlanan kısa görüntülere bakılıp bir çok gerekli gereksiz yorumlar ve öngürüler yapılıyor. Ve bütün bunların ikitidar sahiplerince bilindiğini ve dikkatle izlendiğini hepimiz biliyoruz. İktidarın demokratik açılımlardan fazlasıyla söz ettiği bir dönemde filmin gösterime çıkmaması herkesin kendisine göre demokrasi istediğini bir kez daha göstereceğide aşikar. Ve bu yüzden “Nefes” vizyonsuz kalabilir. Veya bizler artık nefesimizi kaybetmiş oluruz...

28 Ağustos 2009 Cuma

2012 TEASER AFİŞLER





21 Aralık 2012. Bu tarih Maya takvimine göre insanlığın sonu olacak (Sondan ziyade bir level atlanacağı, Foton denilen yeni bir kuşağa geçeceği iddia edilmekte). Yıkma, yakma ve yok etme ustası Alman yönetmen Roland Emmerich'in bu efsaneyi konu edinen son filmi 2012'in  teaser afişleri yayınlandı. Konuyu anlatmaya gerek yok. Afişler anlatıyor zaten. Filmin görsel efektler dışında ki tek artısı John Cusack'ın varlığı olacaktır sanırım...  Film 13 Kasımda vizyona giriyor (Türkiye gösterim tarihi henüz net değil. büyük ihtimalle aynı gün olacaktır...)

SON 15 YILIN EN İYİ 15 FİLMİ!...


Yılların vazgeçilmezi Sinema dergisi, 15. yılında bir anket düzenliyor. Son 15 yılın en iyi 15 filmi. Derginin ilk yayınlanmaya başladığı 1994'den günümüze kadar geçen zaman zarfında izlediğiniz en iyi 15 filmi oylamak için www.turkuvazabone.com/sinemaanket adresine tıklamanız ve formu doldurmanız yeterli...

Benim nacizane bu döneme ait ilk 15 filmim;

EN İYİ 15 FİLM (1994 – 2009)

1 – SEVEN (1995)

2 – THE DARK KNIGHT (2008)

3 – FIGHT CLUB (1999)

4 – PULP FICTION (1994)

5 – HEAT (1995)

6 – TRAINSPOTTING (1996)

7 – HIGH FIDELITY (2000)

8 – THE LORD OF THE RINGS: RETURN OF THE KING (2003)

9 – THE SHAWSHANK REDEMPTION (1994)

10 – EŞKİYA (1996)

11 – FINDING NEMO (2003)

12 – MATRIX (1999)

13 – LEON (1994)

14 – ETERNAL SUNSHINE OF SPOTLESS MIND (2004)

15 – HERO - YING XIONG (2002)



27 Ağustos 2009 Perşembe

NEWT 2009!





1986 tarihli, James Cameron imzalı aksiyon bilim-kurgu filmi "Ailens"i izlemeyen ve sevmeyen yoktur sanırım. Ve bu filmde aksiyonun tavan yapması dışında hatırlanan bir diğer unsur ise filmdeki küçük sevimli  Newt'ti. İlki 1979 yılında usta yönetmen Ridley Scott tarafından çekilen "Ailen" in bu devam filminde, yaratıklar tarafından yok edilen kolonide tek başına hayatta kalabilmiş, küçük sevimli Newt karakterini canlandıran Carrie Henn huzurlarınızda.. 

1976 doğumlu Caroline Marie Henn'in babasının Amerikan Hava Kuvvetlerin'de üst düzey bir subay olması büyük ihtimalle ona bu rolün kapısını açmış olabilir.  Kariyerindeki bu tek filmindeki oyunculuğu ile, 1987 yılında En İyi Performans dalında Satürn ödülünü kapmış. Sinemada kariyer yerine önce polis memurluğu ve sonrasında ilköğretim öğretmenliğini seçmesi de ilginç bir tercih olarak not edilebilir... 

26 Ağustos 2009 Çarşamba

AFİŞLER TAMAM DA YA FİLM?


Zekice yazılmış senaryosu ve James Wan'ın yetenekli elleriyle izlenebilir bir filme dönüşen Saw'ın başarısı artık mumla aransa da, dikkatimi çeken asıl unsur,  serinin her bir filmine yapılan afişlerin seriye olan ilgiyi tetiklediği yönünde...Alın size son filmin afişleri...

Serinin şimdilik bu son filmini Kevin Greutert yönetiyor. (Serinin ilk üç filminde kurgucu olarak çalışmıştı.) Jigsaw (Tobin Bell) yine var !  Hırslı yapımcılar cephesinden gelen haberlere göre Jigsaw'ın tuzak kurma becerisi 9.filmde nihayete erdirilecekmiş... 

Serinin şimdilik son filmi, yurt sınırları içerisine 23 Ekim'de girecekmiş. Meraklıları kaçırmaz herhalde... 

25 Ağustos 2009 Salı

Yeşilçam'ın Arka Bahçesi...


Mine Mutlu, Ege bölgesinden gelmiş bir kızdı. Seks yıldızı olmadan önce yığınla filmde oynadı. Oyuncu yeteneği de olan bir kızdı. Mine Mutlu’nun yıldız olmamasının gerisnde, ona dayanak olabilecek bir erkeğin yokluğu yatıyordu . Örneğin Belgin Doruk’un ilk kocası yönetmen Faruk Kenç, ikinci kocası yapımcı Özdemir Birsel’di. Türkan Şoray ‘ın arkasında Rüçhan Adlı vardı. Hülya Koçyiğit’in annesi erkek gibi, müthis bir kadındı, o yönlendiriyordu Hülya’yı. Filiz Akın’ ın arkasında da kale gibi Türker İnanoğlu vardı. Muhterem Nur ben olmasam belki de star konumuna yükselemezdi, harcanır giderdi herhalde.”

Türk sinemasının artık efsaneleşmis yapımcı, yönetmen, senarist gerçek anlamda sinema adamı Memduh Ün, Kabalcı yayınlarından çıkan kitabında buna benzer bir çok gerçek hikaye anlatıyor. Çektiği filmlerden seçkilerle. 71 film. Ve bu filmlerin çekim aşamalarında ve sonrasında yaşananlara dahil saklı kalmış bir çok bilgi içeriyor kitap.

İşte bir tane daha;

“Kemal Sunal’a jön kız beğendirmek bayağı zordu. Zaten bir çalıştığı kızla bir daha çalışmak istemezdi nedense. Yeni bir yüz aramıştım ‘Devlet Kuşu’ için. Bu arada televizyonda yönetmen Ahmet Üstel’in çektiği komedi türü bir oyun izlemiş, küçük hizmetçi rolünde oynayan kıza gözüm takılmıştı. Serpil Çakmaklı’ydı bu kız., ne tiyatro, ne de sinema deneyimi vardı. Konuştuğumuzda, istekli gözükmedi, rolü reddetti. Ahmet Üstel dostumdu, rica ettim araya girdi. İkna etti Serpil’i....”

Bir nevi Yeşilçam’ın arka bahçesinden notlar gibi gerçek hikayelerle dolu bir kitap olmuş. Eğer sizde bu arka bahçede neler olduğunu öğrenmek istiyorsanız bu kitabı edinin. Çünkü bir solukta okuyacağınız garanti.

24 Ağustos 2009 Pazartesi

Sevdiğimiz BILL NIGHY

LOVE ACTUALLYBilly Mack

Richard Curtis’in bu bol yıldızlı, izle ve kendi iyi hisset tadındaki filminde yıldızı  parlayan Nighy, filmde canlandırdığı yaşı geçkin rock yıldızı Bill Mack performansı ile adeta bende varım diye bağırıyordu. Ve sesini duyan Bafta, onu bu filmdeki performansını en iyi yardımcı erkek ödülü ile taçlandırıyordu...

UNDERWORLD - Viktor

Vampir ve kurt adamlar arasındaki husumeti kendine konu seçen ve akabinde iki devam filmi de çekilen Underworld’de Nighy, muhteşem İngiliz aksanıyla vampirlerin karizmatik ve korkutcu lideri Viktor’ı adeta canlı kılıyordu.

HOT FUZZMet Chief Inspector

Zombi filmleriyle kafa bulan “Shaun of the Dead”in ekibinin elinde çıkma bu sefere aksiyon filmleriyle makarasını geçen bu yapımda Nighy  polis şefi olarak kısa ama akılda kalıcı bir gösteri sunuyordu.

PIRATES of the CARIBBEAN 2&3Davy Jones

Yüzü tanınmayacak halde idi! Evet Karayip Korsanları serisinin 2. ve 3. Filminde Davy Jones karakterine ruh veren Nighy ağır makyaja rağmen, (mürekkep balığı ve ahtapot kıvamında)  Kaptan Sparrow’a kök söktürüyordu. Karşılıksız aşkı uğruna kalbini bir kutuda saklayacak kadar da duygusaldı ayrıca ... 

TREN RAYDAN ÇIKTI


Sinemanın mabedi Hollywood, yaşadığı sıkıntılardan kurtulacak mı?

Seyircisi için bir filmi ne başarılı kılar? Orijinal bir hikâye ve bunun etrafında gelişen karakterlerin gösterdikleri performanslar. Son yıllarda izlediğimiz bazı filmlerde ben bunu bir yerden hatırlıyorum tadını alıyoruz artık. Çünkü daha önce izledik! Geçtiğimiz ay görücüye çıkan "Public Enemies" (Halk Düşmanları) tam bu tatta bir film. Hikâyesi, olay örgüsü, karakterleri ve bu karakterlerin filmdeki gelişmiyle, yine aynı yönetmenin çektiği 1995 tarihli efsanevi film "Heat"i (Büyük Hesaplaşma) anımsatıyordu.

Malumunuz, dünya sineması uzun yıllardır, adına Hollywood denen gösteri dünyasının etkisi altında. Majör film yapım şirketlerinin başkenti Hollywood'dan son dönemde gelen yapımlara baktığımızda, yaratıcılıktan yoksun, beklentileri karşılamayan birçok film izledik. Her ne kadar gişede beklenen (daha çok yapımcısının beklediği) hasılat rakamlarını yakalasalar da, Hollywood sineması belli bir oranda orijinal fikirlerden uzak, kendini sürekli tekrarlayan bir yapının içine tıkılıp kaldı.

Bu tıkanmanın belli başlı nedenleri var. Öncelikle artık sinema Hollywood ve onun anlattıklarından ibaret değil. Günümüzde artık dünyanın çeşitli coğrafyalarından çok farklı ve seyircisini memnun eden yapımlar sinema salonlarına uğramaya başladı. Önceleri Fransız, Alman ve İtalyan sineması Hollywood'a kafa tutarken bu üçlüye İran, Norveç, Japonya, Çin'den gelen nitelikli yapımlar da katıldı. Bu filmler seyirci alışkanlıklarını radikal olmasa da ciddi oranda değiştirdi. Artık bu ülkelerin filmleri, dünya festivallerinde gösterime giriyor ve birçok ödülün de sahibi oluyor.

Bu "dış kaynaklı" ataklar Hollywood'daki tıkanmanın ilk nedeni ise, ikincisi de Hollywood'un bu ataklara karşı bulduğu çözümün kendisidir. Dünya sineması üzerindeki kartel konumunu sarsan bu gelişmeden kendini korumak için Hollywood, kendince çözüm üretmekte gecikmedi: Bu ülkelerden çıkan iyi filmleri yeniden çekmek. Hesapta bu hem kendi vatandaşına (Amerikan film izleyicisinin altyazılı film izleyemediği rivayet edilir!) hem de dünya sinemasına aynı yemeği başka tencerede pişirip başka tabakta sunarak pazardaki yerini koruma olanağı sağlayacaktı.

Hollywood'un remake (yeniden çevrim) olarak adlandırılan bu yapıdan da beklediğini bulduğunu söylemek zor. Çünkü her şeyden önce esas öykü "oraların öyküsü"; Amerikanlaştırıldığında orijinalliğinden göze batacak kadar uzaklaşabiliyor. Michael Haneke'in "Funny Games"i, Pang Brothers'ın "Bangkok Dangerous"ı buna iyi birer örnek. Bu yeniden çevrimler asıllarının yönetmenleri tarafından bizzat çekilmiş olmasına rağmen ne yazık ki, orijinal dokularından fersah fersah uzaktı.

Yeniden çevrim salgınına kapılması Hollywood'u, içinde bulunduğu sıkıntıdan kurtarmaya yetmedi. Cebi şişkin film yapımcılarının yeniden çevrimlere olan ilgisinin nedeni ise, hâlâ ceplerinde boş yer bulunduğunu düşünmeleriydi. Neticede hazır bir yapıyı aynen alıp sadece birkaç ince ayar çekmek de kalitesiz yapımları beraberinde getirdi. Yetmedi 10. yıl, 20. yıl gibi bahaneler veya yeni nesil de yeni teknoloji ile izlesin düsturundan hareketle, eskinin iyi filmlerine el atıp bir anlamda kendi tarihlerini yağmalamaya başladılar. Bunun son örneği ise, "The Taking of Pelham 123" (Metrodan Kaçış). Yönetmen Joseph Sargent imzalı, orijinal yapımın günümüze uyarlanmış versiyonunu, video klip estetiğiyle görsele odaklı -hikâye mühim değil- filmler çeken Tony Scott yönetiyor. Kadrosunda Denzel Washington ve John Travolta gibi yıldızların olduğu film, test gösterimlerinde aslının kötü bir kopyası damgasını yemekten kurtulamadı.

Aslında bu yeniden çevrim furyası bugüne özgü bir durum değil. Ama eskileri, günümüzdeki yeniden çevrimlere göre nispeten daha başarılı ve hatta kaynaklandığı filmin başarısını bir adım öteye taşıyabilen filmlerdi. Howard Hawks imzalı 1932 tarihli "Scarface"in yeniden çevrimi, başyapıt statüsündeki Brian De Palma imzalı aynı adlı film bunun ender örneklerindendir. Son dönemin gözdesi Uzakdoğu sineması bundan 49 yıl önce de iştahlı Hollywood yapımcılarının gözbebeğiydi. Buna en iyi örnek, Akira Kurosawa'nın efsane filmi "Shichinin No Samurai" (Yedi Samuray) filmidir. Bu uzak ülkenin başyapıtı, döneminin en iyi yönetmenlerinden John Sturges'ın elinde Yul Brynner, Eli Wallach, Steve McQueen, Charles Bronson gibi kalbürüstü oyuncu kadrosuyla bir western klasiğine dönüşmüştü. Mesele çok basitti aslında, hikâyenin ana damarını sabit tutup kendi kültürüne uygun bir şekilde yerleştirdiğinde ortaya çıkan sonucun kötü olması imkânsızdı. Bu geçmişte başarı ile uygulanırken şimdi ne değişti?

Gelişen teknolojik altyapı sayesinde oluşturulan görsel zenginliğin, çoğu zaman hikâyeye hizmet edememesi ve hatta hikâyeyi geri plana itmesi bir yanıt olabilir. Sinema teknolojisi baş döndürücü hızla ilerlerken hikâyeyi buna paralel olarak geliştirmek film yapımcıları, majör stüdyoların memur senaristleri ve yönetmenlerinin pek işine gelmedi. Hikâyeyi binlerce kere işlenmiş klişeler yumağına çevir, yüksek ücretlerle seyirciyi salonlara çekecek jön ve aktrisleri anlaşmaya ikna et, üstüne iki tane göz alıcı görsel ve işitsel efekt ekledin mi film görücüye çıkmaya hazır olur.

Yaşayan efsaneler, Al Pacino ve Robert De Niro'yu karşılıklı oynatıp ortaya rezillikten başka malzeme çıkartamayan, memur yönetmen John Avnet imzalı, 2008 yapımı "Righteous Kill" tam böyle bir seyir izliyordu ve artık gözünü açan izleyici gerek gişede gerekse eleştirel olarak filme olan tavrını gerektiği gibi ortaya koyuyor.
Hikâye ve orijinallik sıkıntısı içindeki Hollywood her zaman yaptığı gibi, günü kurtarmak için edebiyat, çizgi roman ve video oyunları uyarlamalarına ağırlık veriyor. Ama bunda da tam olarak istediğini alabilmiş değil. Devasa bütçelerle çekilen blockbuster'lar (genelde yaz sezonu görücüye çıkan, bütçesi geniş, dev oyuncu kadrosu bulunan ultra efektlerle bezeli filmler) bile kimi zaman gişede hüsrana uğrayabiliyor. Mesela "Spirit" ve "Watchmen" gibi çizgi roman uyarlamaları...

İşi artık arsızlığa kadar götüren Holly-wood, yaz dönemi yüksek bütçeli filmlerin karşısına harf oyunlarıyla bezeli çakma versiyonlarını da piyasaya sürmeyi kendinde hak görüyor. Ve evet bunun da bir ismi var artık "Mockbuster". Bunların tek farkı da sinema salonları yerine direkt DVD pazarına çıkmaları. Bu yazın hiti "Transformers 2: Revenge of the Fallen" daha vizyona girmeden, muhtemelen, birkaç ay öncesinde yayınlanan fragmanlarına bakıp, hikâyesi yazılıp, beşinci sınıf görsel efektlerle donatılıp tam bir işkenceye dönüştürülen "Transmorphers: Fall of Man"ı çekebiliyorlar. Bu kötü replika ilk değil elbette. Ama bütün son dönem replikaların Los Angeles merkezli The Asylum isimli yapım şirketinden çıkması da ayrıca dikkate değer. Bu şirketten çıkan çakma filmlerin listesi oldukça kabarık: 100 Million BC, 2012 Doomsday, The Da Vinci Treasure, The War of the Worlds, The Day the Earth Stopped. Mockbuster filmlerini üreten The Asylum şirketine açılan ilk ve tek dava Fox'dan geldi. Fakat dava ne yazık ki davalı şirketin lehinde sonuçlandı.

Orijinal bir fikri ticari olarak riskli bulan bu yapımcıları zorlayan başka bir nokta ise, geçen yılki senaryo yazarları greviydi. Gelişen teknoloji ve küreselleşen dünyanın sonucu olarak ortaya çıkan birtakım yenilikler, senaryo yazarlarının yapım şirketlerinden farklı talepler istemesine yol açtı. Bunlardan en dikkat çekicisi, internet üzerinde gösterilen ve satışı yapılan filmlerden de pay istemeleriydi; bir diğeri ise satılan her DVD'den aldıkları payın arttırılması. Her satılan DVD'den 2 cent olan payın 5 cente çıkarılması talep ediliyordu. 100 gün süren ve 12 bin senaryo yazarının katılımıyla gerçekleşen grevin sektöre maliyetinin 2 ila 3 milyar dolar arasında olduğu tahmin ediliyor. Grev, sadece sinema değil, televizyon yapımlarını da çok ciddi bir şekilde etkiledi. Birçok dizi erken final yaparken, bazılarının da gösterimlerine ara verildi. Grevin tarafların belli noktalarda taviz vermesiyle bu yılki Oscar Ödülleri öncesinde sonuca vardırılması ayrıca manidardı.

Peki bu tıkanma ve orijinallik sorunu nasıl çözülecek? Bunun bir çözüme ulaşması şu an için mümkün gözükmüyor. Bunun en belirgin sebebi, çözümü çok önemsemeyen, paranın cazibesine kapılmış film yapımcıları. Kolay olanı keşfettiler ve bununla vakitlerini dolduruyorlar. Yeni bir fikir onlar için radikal bir devrim yapmakla eşdeğer ve riskli bir yatırım. Ama farkında olmadıkları bir şey var: 1895 yılında Lumiere Kardeşler'in raya soktuğu tren, son yıllarda paragöz yapımcılar yüzünden raydan çıktı.

EN KÖTÜ 5 YENİDEN ÇEVRİM

DR. MOREAU’NUN ADASI- THE ISLAND OF DR. MOREAU
1933 tarihli “Island of Lost Souls”un kağıt üzerinde muhteşem görünen ama büyük bir hayal kırıklığı yaratan 1996 tarihli yeniden çevrimi.

ŞEYTANIN OĞLU - THE OMEN
Orjinalinden 30 yıl sonra 2006 yılında tekrar çekilen filmi izlemek kabir azabı çektirir. Şeytanın oğlu Damian’ı Richard Donner imzalı orjinal filmde görmek ise çok ürpertici ama muhteşem.

SAPIK - PSYCHO
Usta yönetmen Alfred Hitchcock’a yapılabilecek en büyük kötülük herhalde, onun başyapıtını alıp, kare kare aynen çekip buna rağmen ortaya rezil bir film çıkarmaktır. Evet, Gus Van Sant bunu başardı!.

PEMBE PANTER - THE PINK PANTHER
Blake Edwards ve Peter Sellers’ı yattıkları yerde ters döndürecek kadar kötü bir yeniden çevrim. Birincisi, gerek varmıydı? İkincisi Steve Martin? Olmamış.

DÜNYANIN DURDUĞU GÜN - THE DAY THE EARTH STOOD STILL
1951 tarihli bu bilimkurgu klasiğini çekmek iyi fikir gibi duruyordu ama ortaya çıkan sonuç tam aksini söylüyordu.

EN İYİ 5 YENİDEN ÇEVRİM

YARALI YÜZ - SCARFACE
1932 tarihli Howard Hawks filmine, Brian De Palma’nın 1983 tarihli yorumu. Al Pacino’nun yüzünü kokaine batırdığı sahne unutulmazlar arasında.

KORKU BURNU - CAPE FEAR
Usta işi bir film. Yönetmen Martin Scorsese, 1962 yapımı aynı isimli filmi dev oyuncu kadrosu eşliğinde bir başyapıta çevirmesini bilmişti.

KÖSTEBEK - THE DEPARTED
Scorsese’dan yine bir başyapıt. Leanordo Di Caprio, Jack Nicholson ve Matt Damon’dan oluşan kadrosuyla evrildiği Hong Kong yapımı “Internal Affairs’den çok daha iyi bir işiçlik koymuştu ortaya.

MUHTEŞEM YEDİLİ - THE MAGNIFICENT SEVEN
Usta yönetmen Akira Kurosawa’nın 1954 yapımı “Yedi Samuray” filminin Amerikan topraklarına uyarlanmış hali pek lezizdi.

KADIN KOKUSU - SCENT OF WOMEN
Dünyaca ünlü İtalyan yönetmen Dino Risi’nin 1974 yapımı filminin Hollywood versiyonu, tango ve mahkeme sahneleriyle hafızalarda yer edinmişti.

Meraklısına not: Bu yazı, Newsweek Türkiye dergisinin 13 Temmuz tarihli 38. sayısında yayınlanmıştır.

CHICKENFOOT!


Rock seviyorum sözde. İlginç gruplar saksı misali kafaya düşmese haberim olmayacak. Yorgun bir haftaya eklenen Cumartesi öğleden sonrası Conan O’Brien fonlu uyuklamadan birden sıyrıldığımda, nedeninin sağlam yürüyen davul bas gitara sağlam çığıran bir solist olduğunu duydum. Kulaklar gözlerden daha önce açılmış olacak ki beyaz gitar üzerine çizili şekilleri falan hayal meyal görünce “Tommy Morello yeni grup mu yapmış?” diye düşündüm. Tam açılamadan artistik bir blues kapanışı üzerine yeni nesil gitar numaralarıyla parça bitip Conan tebrik için sahneye gelince duydum Chickenfoot adını.

İnternete bakınca iş büyüdü tabi. İlk önce gitardaki şahsın Joe Satriani olduğu anlaşıldı. Davulcu Red Hot Chili Peppers’den Chad Smith, vokal Van Halen’dan Sammy Hagar ve bas gene Van Halen’dan Michael Anthony. Vay babam vay deyip gömüldüm.

Grubun amblemi de ilginçti. “Peace” sembolüne benziyordu ama daire değil dikdörtgen içindeydi. Hani ters dönmüş zarfa benziyor diye düşünürken bizim 40 küsür yıllık Peace’in tavuk ayağı iziyle aynı olmasından üretilen grup adı...eh yani.

Az önce seyrettiğim videoyu düşündüm. Derhal Kapıkule’den sınırı geçip Youtube’a bağlandım ve videoyu bulup tekrar seyrettim. Satriani çok önde değildi, pek heyecanlı çalıyorlardı. Ne yalan söyleyeyim kendisi büyük ustalardan olmakla birlikte, solo albümlerinde önde uçurken arkadaki davul basın monotonluğu yüzünden uzun süre dinleyebildiğim bir şahsiyet değildi. Ancak burada tam yerine olmuş diye düşündüm. Kemale ermiş abilerin bu kadar gaza gelmelerinden bir tatlı huzur aldım. Sonra sitelerini bulup okumaya başladım.

Satriani’nin en çok istediği şey meğer sıkı vokal odaklı baba bir rock grubunun üyesi olmakmış. Ancak uzun kariyeri boyunca grup grup dolaştıktan sonra kenara attığı paralarla yaptığı solo kayıtlar patlayınca hiç hesapta olmayan gitar kahramanlığı payesi üstüne yapışmış kalmış. “Chickenfoot’a kadar bana hiç bir grup bu kadar uymamıştı” diyor.

Vokale dönersek Sammy Hagar 70’lerin başında David Lee Roth’un yerine Van Halen’a eklenmiş. Van Halen – David Lee Roth birbirine yapışık isimler. Sammy ne yaparsa yapsın eleştirileceğini bilerek “Grubun ikinci solisti olarak eleştirilmek yerine tek solisti olacaktım” diyor. Böylece Van Halen’ı yeni başarılara taşıyarak epey bir numara albümler üretmişler. Sammy sahne şovlarına artistik ögeler katarak grubu daha önceki halinden farklı bir noktaya taşıdığını söylüyor. Bu noktadan sonra da “Yeni bir kariyer arayışında değildim. Ancak bu tayfayla takıldıktan sonra ancak bir aptal ‘ben yokum’ diyebilirdi. Bu müziğin yapılması ve duyurulması gerekiyordu. Bizi kıyaslayacaksanız Zeppelin’le kıyaslayın” diyor.

Basta Eddie Van Halen’in uçması için pisti hazırlayan Michael Anthony aynı zamanda grubun eşsiz vokal kompoziyonunun oluşmasına geri vokallerle destek oluyordu. “İçimden geleni yapıyorum işte” deyip kısa kesmiş.

Anthony’yi destekleyen ise 80’lerin başında Red Hot Chili Peppers’a katıldıktan sonra kültleri arka arkaya dizip Dünya çapında tanınmaya giden yoldaki taşları döşemeye yardımcı olan Chad Smith. Chad, Chickenfoot’da sıkı rock sallıyor. Hagar “Adama bir mikrofon bile verseniz davul setindeki tüm parçaların sesini gene de duyarsınız. Sıkı ama dengeli. Onun Groove’u olmadan bu grup olmazdı” diyor.

Grup Sammy’nin Meksika’daki barında şans eseri bir araya gelmiş. Sammy ile Michael zevk için çeşitli müzisyenlerle takılırken alışkanlıklar oluşmaya başlamış. Chad’le işler iyi gidince daha ciddi bir şeyler yapalım diye konuşmuşlar. Ancak kendilerini vaadedilmiş topraklara götürecek “tüten” bir gitarcının eksikliği hissedilmiş.

Satch gelip üçlüyle takıldıktan sonra “daha önce hiç hissetmediğim bir deneyim yaşadım” diyor. “Hep istediğim büyük rock grubu rüyasını boşvermek üzereydim. Bir kaç parça çaldıktan sonra müziği aynı şekilde yapmak istediğimiz ortaya çıktı. Aklımızdaki tek soru ‘sıkı bir albüm yapabilirmiyiz’ idi”.

Böylece Chickenfoot’un aynı adlı albümü çıkmış.

Satriani “Bunlar asla tek başıma yapabileceğim parçalar değildi. Bu tür parçaları yaratmak için böyle bir gruba ihtiyacım vardı. Çalarken onlara her zaman yapabileceğimden fazlasını vermeye çalışıyorum. Gruptaki herkes de benzer şekilde davranıyor” diyor.

Sammy parçaların sözlerini de yazıyor. “Konuya takılmıyorum. Joe’dan gelen müziği duyduğumda geriliyorum ve normalde söylemeyeceğim şekilde şarkı söylemeye başlıyorum. Aramızda böyle bir etkileşim var” diyor.

Albümdeki 12 parça ile ilgili grubun kendi yorumlarını Chickenfoot’un 12 günü belgeselinden izlemek mümkün www.chickenfoot.us/12days. Epey makara da var.

Albümden bana kalanlar ise şunlar oldu. Parçalar sıkı - gevşek, derin anlamlı - günlük sıkıntılar, yaşam – aşk arasında dolaşıyor. Bir kaç dinlemeden sonra hepsinin hoşluğu ayrı ayrı farkedilmeye başlıyor.

Sanırım albümün hiti Oh Yeah. Bu parça niye bu kadar sıkı diye incelediğimde başarılı bir formül üzerine kurulu olduğunu gördüm. Roger Waters’ın Pink Floyd günlerinde bol bol kullandığı çekiç yürüyüşü ritmi. Blues shuffle üstüne parçanın geçişlerinin olduğu yerlerde arkaya döşenmiş Hammond benzeri klavye tonları bende benzer keyfi uyandırıyor. Zaten TV’de grupla ilk tanıştığım parça buydu. Yeri ayrı.

Runnin’ Out her şeyin içine etmekte olduğumuz bir dünyada “herşeyin içine ediyoruz” vurgusunu yapıyor. Lazım.

Turnin’ Left. Tam gaz. İlerleyen sololarda Hagar-Satriani atışması var. Bu yaşta o tizler o gırtlaktan çıkıyorsa daha duyacak çok parça var diye düşündürüyor.

Learning to fall ve Future in the Past ağırdan ve derinden giden ne zamandır kimsenin yapmadığı özlediğimiz rock türküleri.


Web: www.chickenfoot.us

MySpace: www.myspace.com/thechickenfoot

Facebook: facebook.com/pages/Chickenfoot/44512487307


Kaya Zeren'e sevgilerle...

Meraklısına not: Bundan böyle bu blog daha aktif olacak. Çok fazla ara verdim. Çok sevdiğim sinema dışında artık müzik yazıları da yer alacak...

ROCK’N ROLL TEKNESİ


Dağıtımcılar bir filmi gösterime sokmak için ne gibi kriterlere bakıyor bunu çok merak ediyorum. Ya da iyi bir filmden anladıkları ne? “Testere” serisi onlar hakkında bir fikir sahibi olmamızı sağlar mı?  Belki de bu durum, vizyona hangi filmin çıkacağına karar verenlerin kendi vizyonlarının olmaması diye açıklanabilir.

İşte karşınızda dağıtımcıların ilgisizliği veya bilgisizliği yüzünden ülke coğrafyasında vizyon görememiş bir enfes film daha. “The Boat That Rocked”.

Filmin kamera arkasında ki isim, senarist-yönetmen Richard Curtis. 

Yönetmen olarak “Love Actually” ile kitlelere kendini tanıtan  ve yeni işleri merak ve takip edilen Curtis’in, senaryo yazarı olarak katkıda bulunduğu filmler arasında, ‘Nothing Hill’, ‘ Four Weddings and a Funeral’, ‘Bridget Jones’s Diary” ve devam filmi “The Edge  of Reason” gibi hafızalarda belli bir tat bırakan filmler bulunuyor.

Oyuncu kadrosu ise iştah kabartan cinsten. Bill Nighy (oyuncu olmasa Rock yıldızı olabilirmiş!) Kenneth Branagh, Philip Semour Hoffmann, Nick Frost ve muhteşem Rhys Ifans.

İngiltere’de 60’lı yıllarda radyo yayını tekelini elinde bulunduran BBC, haftada sadece iki saat Rock’N Roll yayını yaparken, Kuzey denizinde demirlemiş bir gemiden 24 saat Rock’n Roll hizmeti sunulmaktadır.

Radio Rock isimli bu korsan radyoda her birinin ayrı hikayesi olan Dj’ler gün boyu muhteşem müzikleri fanatikleriyle paylaşmaktadırlar. Teknenin Amerikalı Dj’i Kont, hiç bir şekilde konuşmayan, yakışıklı ve kızların sevgilisi Midnight Mark, ortamın avanak aptisi Thick Kevin, haberleri sunmaktan başka bir şey yapmayan, On-the-Hour John, entel Dave ve ortalarda gözükmemeyi başaran folk müzik ve uyuşturucu sevdalısı gece Dj’i Wee Small Hours Bob. Gemide kadın uğursuzluk getirir derler ya. Bu gemide bir tane kadın var ama oda lezbiyen.. Çalışanların yemeklerinden sorumlu kendisi. Bir de filmin en bomba karakteri olan Gavin var tabiki.

24 saatlik korsan yayın ve yayında olan bitenler, tutucu ve çay sever İngiliz parlemantosunun pek hoşuna gidecek cinsten değildir.  Hükümetin bakanlarından Dormandy neredeyse tüm hayatını bu korsan radyo ile mücadeleye adamış manik-depresif bir karakterdir. Yeni yasalarla onları yok etmenin peşindeki Dormandy, Branagh’ın elinde inanılmaz bir karaktere dönüşüyor. Ettiği küfürlere dikkat!

Bir dönem filmi olarak da görebileceğimiz filmde müzikler muhteşem ve filmin hikayesine tam anlamıyla hizmet ediyor. Bu yönüyle ilgiyi hak ediyor. Bir sahnede Sergio Leone ve Ennio Morricone’e bile saygıda kusur edilmiyor.

Filmin içinde çalanlar arasında kimler yok ki. Jeff Beck, The Who, The Hollies, Skeeter Davis, Cream, Jimi Hendrix, Otis Redding, The Supremes, The Turtles, The Kinks ve Smokie Robinson ilk elden akılda kalan isimler.

Hikayesi, oyunculukları, müzikleri, klasik ingiliz aksanıyla içinde güzel tatlar barındıran bu filmi dağıtımcıların insafına bırakmadan bir yerleden bulun edinin izleyin önerin... Bu tekneye bindiğinizde inmek istemeyebilirsiniz. Çünkü bu teknede Rock’n Roll dünyasına ait ne varsa hepsi bir arada.