22 Eylül 2010 Çarşamba

NEW YORK'TA BEŞ MİNARE-Afişler Hazır



Bu sezonun hakkında en çok konuşulacak yapımlardan biri olan New York'ta Beş Minare filminin aşif tasarımları tamamlandı. Hollywood'da yaptığı tasarımlarla yeni nesillere ilham ve umut veren Emrah Yücel tarafından yapılan afişler, sektörün görsel yoksunluğuna bir nebze nefes aldırıyor. Malumunuz bu tarz görsel çalışmalar Yeşilçam'da pek kabul gören ve uygulanan bir durum değil. Ziyadesiyle sektör geliştikçe yan sanayiiside bundan nasibi alıyor diyebiliriz.

FİLM EKİMİ- İZLENMESİ ELZEM 5 FİLM


Merakla beklenen Film Ekimi programı açıklandı. Festivalin öne çıkan beş filmi takdimimdir...

1- SOMEWHERE

Festivalin gala filmlerinden. 2004 yapımı “Lost in Translation” ile En İyi Senaryo dalında oscar heykelini kartvizitine işleyen senarist-yönetmen Sofia Coppala’nın meraklı gözlerle beklenen filmi. Film geçtiğimiz günlerde yapılan Venedik Film Festivali”nde büyük ödül olan Altın Aslan’ı kazanarak beklenti çıtasını en üst zirveye taşıdı. Bir kaç hafta önce yayınlanan fragmanı ise bu çıtanın ne kadar doğru bir yerde olduğunu gösteriyordu. Yönetmenin kendi çocukluk anılarından yola çıkarak oluşturduğu filmde, Stephan Dorff ve Elle Fanning başrolleri paylaşıyor. Baba-kız hikayesinin varlığı, Françis Ford Coppala ve Sofia’nın ilişkilerine dair ipuçlarını taşıyor olabilir. Zira Dorff’un hayat verdiği karakter meşgul bir Hollywood yıldızı... Amerika gösteriminden hemen önce izleme fırsatını bulacağımız bu filmi kaçırmayın...

2 – THE TOWN
Festival’de Hırsızlar Şehri ismiyle gösterilecek başka bir gala filmi. Bu orijinal film isimlerini mükemmel bir şekilde çeviren arkadaşları bulursam alınlarından öpeceğim. Kafalar güzel.. Filme dönersek, oyunculuğu tartışmalı ama yönettiği ilk filmi “Gone Baby Gone” ile ciddi bir başarı yakalayan Ben Affleck’in ikinci kamera arkası deneyimi. İlk filmden farkı bu kez kameranın önünde de olması. Bu filmin şansını bir nebze düşürüyor gibi görünse de, eğer yönetmenlik beceresini kendi oyunculuğu üzerinde etkili kullanırsa sonuç seyre değer olabilir. Yapımın diğer oyuncuları ise Rebecca Hall ve Jeremy Renner. Renner’i The Hurt Locker filminden hatırlarsınız. Film soygun hikayesi üzerine kurulu. Bu tarz filmlerin hemen hepsi pek farklı hikaye sunmazlar. Son bir iş, aşık olunan bir kadın , ekipten birinin ihaneti gibi artık alıştığımız klişeler vardır ve fakat nihayetinde izleriz çünkü merak ederiz bunu nasıl anlattığını. Şans vermek lazım.

3 – FLICKAN SOM LEKTE MED ELDEN
Vizyonda gösterimi süren Ejderha Dövmeli Kız filminin ikinci ayağı. Festival programınızda yer alması gereken bir film. Keşke üçüncü ve son bölümü de programa dahil etselermiş. İsveçli yazar Stieg Larsson’un çok satan Millenium dizisinin bu sekmesinde, yine gizem, heyecan, aksiyon ve dram tavan yapıyor. İlk filmin kadrosu olduğu gibi korunmuş. Noomi Repace ve Michael Nyqvist’in oyunculukları üzerine konuşmaya gerek yok. İlk filmi izleyip sevdiyseniz mutlaka salondaki yerinizi almalısınız. Sonrasında bir şekilde üçüncü ve son bölümü izleyip seri tamamlayınız. Çünkü önümüzdeki yıl gösterilmek üzere, yeniden çevrimlerden başka pek bir şey üretmeyen yamyam Hollywood tarafından üç bölüm tekrardan çekiliyor. Orjinalinden bir adım ileri gitmeyeceği konusunda tartışmak isteyen var mı?...

4 – JACK GOES BOATING
Oynadığı her filmde farklı karekterleri üstdüzey bir performansla canlandıran, son dönemin en yetenekli oyunucularından Oscar ödüllü Philip Seymour Hoffman’ın ilk kamera arkası deneyimine şahit olmak için kaçırılmaz bir fırsat. Teması aşk ve ihanet üzerine kurulu bu filmin bir diğer yıldızı ise Amy Ryan. Kendisinin oyunculuğunu her zaman beğenir ve takdir ederim. Komedi-dram yapısına sahip film, bir çok sinema sitesi ve ünlü sinema eleştirmenlerinden ortalamanın üzerinde bir notla taçlandırıldı. Hoffman’ın bu ilk yönetmenlik denemesini listenize gönül rahatlığı içerisinde alabilirsiniz.

5 – ROOM IN ROME
Festivalin aykırı filmlerinden. Tüm güzelliklerini seyircisiyle paylaşan Elena Anaya ve Natasha Yarovenko kaçırılacak gibi değiller. Sex and Lucia ve Chaotic Ana gibi filmleriyle tanınan İspanyol yönetmen Julia Medem’in ilk ingilizce filmi olarak kayıtlardaki yerini alıyor. Medem filmi yönetmekle kalmayıp, senaryosunu yazıp montajını da bizzihati kendi elleriyle yapmış. Takdir edilesi bir davranış. Film, Roma’da bir otelde iki kadının birlikte geçirdiği 12 saati anlatıyor. İki güzel kadın, 12 saat süren erotizm ve duygu yüklü anlara şahitlik yapmak isterseniz eğer sizi bilet gişesine doğru alalım...

21 Eylül 2010 Salı

Oscar “Bal”lanır mı?


Duymayan kalmamıştır sanırım. Yönetmen Semih Kaplanoğlu’nun “Yusuf Üçlemesi”nin son filmi Bal, Akademi ödüllerinde En İyi Yabancı Film kategorisinde yarışması için aday adayı olarak yollandı.

Akademi artık bildiğiniz Akademi değil. Son yıllarda Avrupa’da ki festivallerde ödülle dönen filmlere daha bir imtina gösteriyorlar. Bal filminin Altın Ayı ödülünü kazanmış olması, ulusal - uluslararası arenada eleştirmen ve seyirci bazında (Türkiye değil!) övgüler kazanmış olması Oscar ödülüne aç bünyelere umut ışığı veriyor.

Kaplanoğlu’nun “Bal” filmi tartışmasız üçlemenin en iyisi. Dinsel motif kullanımı konusunda ders niteliğinde metinleri ve göndermeleri, hikayenin kurgulanışı ve bunun olağanca sadelikle kamareya alınışı mükemmel titiz bir işçilikle birleşiyor. Akademi’nin yoğun entelektüel metinler içeren sinemaya bakışı malum. Fazlasıyla ağır gelebilir ama filmin en önemli kozu uluslararası bir film festivalinde büyük ödülle dönmüş olması. Bu ayrıntıyı herhalde atlamayacaklar en azından ilk dokuza bırakacaklardır filmi.

Bu yıl için aday adayı olarak gönderilen film sayısı şimdilik 26. Bunların arasında bizi ilgilendiren bir diğer film ise Sibel Kekilli’nin başrolünü oynadığı Die Femde (When We Leave) filmin Almanya tarafından törenlerde yarışması için seçilmiş olması. Türk asıllı yönetmen Feo Aladağ’ın yönettiği filmde, Sibel Kekilli’nin dışında, Derya Alabora, Settar Tanrıöğen ve Tamer Yiğit gibi Türk oyuncularda var. Almanya’da doğup yaşayan yeni kuşak Türk’lerin Alman kimliğiyle olan çatışmayı, kabullenişi ve gel-gitlerini kısmi bir başarıyla anlatan film Sibel Kekilli’ye Almanya’da düzenelenen film festivalinde En İyi Kadın ödülünü getirdi. Alman sineması sanırım bu yılı boş geçti ki, çokta başarılı olmayan yönetimi ve kurgusuyla bu filmi göndermiş olması şansını azaltıyor. Belli olmaz bakarsınız ilk beşe o gece Türkler damgasını vurmuş olabilir. Bekleyip göreceğiz ya nasip diyeceğiz...

Legend of the Guardians - Baykuş Krallığı Efsanesi




"300" ve "Watchmen" filmleriyle gövde gösterisi yapan Zack Synder'in beklenen animasyon filmi Ekim ayının ilk haftası (1 Ekim Cuma) ülkemiz sinemalarında görücüye çıkıyor. Baykuş Kralllığı Efsanesi ismiyle gösterilecek filmi maalesef sadece Türkçe dublaj olarak izleyebileceğiz. Filmin orijinal seslendirme kadrosunda ise; Helen Mirren, Sam Neill, Geoffrey Rush, Hugo Weaving, Jim Sturgess, David Wenham ve Abbie Cornish gibi birbirinden ünlü isimler var. Dağıtımcı firmanın bizi bu seslerden mahrum bırakmasını ise kınıyoruz.. Film, Ga'hoole Muhafızları efsanesiyle kendinden geçen Soren isimli küçük bir baykuşun hikayesini anlatıyor. Babasın anlattığı hikayelerin etkisiyle Soren, efsanenin kahramanlaradan biri olmak için hayal dünyasında yolculuğa çıkar ve olaylar gelişir. Öyküsünden ziyade görselliği ile büyüleyecek bir film gibi duruyor. İnanmıyorsanız fotoğraflara bakın...

9 Eylül 2010 Perşembe

The Dark Tower Trilogy


Stephen King'in bu ölümsüz fantastik serisi maalesef Hollywood'un memur kılıklı yönetmeni Ron Howard ellerine teslim edildi...

J.J.Abrams'ın kitabın haklarını satın alıp sinema uyarlamasını yapacağını anlattığı vakitlerde bünyelerde sağlam bir coşku hasıl olmuştu. Lost gibi bir işin üstesinden gelen ve sinemada da farklı tatlar sunan Abrams'ın uyarlanamaz denilerek hakları Stephan King'e iade etmesinden sonra gelen bu haber doğrusu istersiniz fazlasıyla şaşırtıcı.

Zekasından şüphe etmeyeceğimiz bir insan evladı uyarlanamaz diyor, Da Vinci'nin Şifresi ile Melekler&Şeytanlar'ı rezil bir şekilde sinemaya uyarlayan Ron Howard projenin başına geçiyor. Yazık.

Hollywood'un kurt yapımcısı Brian Grazer'in önderliğinde uyarlaması yapılacak kitap bir kaç basamaklı olarak seyirciyle buluşacak. Öncelikle ilk film çekilip sinemalarda gösterimi yapılacak. Vizyon için öngürülen tarih ise 2012. İkinci filme başlamadan hemen önce mini bir TV dizisi olarak ara hikayeler anlatılacak ve seri iki filmin peş peşe çekilmesiyle noktalanacak. Projenin kalemi ise Ron Howard'la birlikte çalıştığı Akıl Oyunları filmiyle oscar heykelciğini eline alan Akiva Goldsman.

Ron Howard için aslında çok başarısız bir yönetmen diyemeyiz. Zira kendisi, "Splash","Parenthood", "Backdraft", "Apollo 13", "A Beautiful Mind" gibi filmlerin kamera arkasındaki isimdir. Ama neredeyse Yüzüklerin Efendisi serisiyle bir tutulan bir projenin başına getirilmesi kafada soru işaretlerine yol açıyor.Bekleyip göreceğiz...

5 Eylül 2010 Pazar

Cilalı ve parlak




Ceketi giy, çıkar ve yere at, yerden al ve as. Kung-fu öğrenmek istiyorsan bunları yapmalısın...


1991 yılının en sıcak zamanları. Evde ailece televizyon karşısına oturulmuş dünya tarihinin ilk canlı savaşı izleniyor. Derken yayın akışı eğlenceye yönelik programlara evriliyor. Indiana Jones-Kutsal Hazine Avcıları filmini 50. kere hatim ettikten sonra 12 yaşındaki ergen bedeni coşturacak bir film başlıyor: The Karate Kid. Ertesi gün bir öncekinden çok farklı olarak, karate kursuna yazılıp efsanevi "turna tekniği" (bir ayak havada asılı dururken kolları kartal kanatları gibi havaya kaldırarak yerde duran ayakla rakibe saldırma) nasıl öğrenilirle geçmiş, neticede aynı düşüncelerle yeni günlerine uyanan diğer ergenlerle fikir teati edilmişti. Ailesinden izni kopartabilenler hızla semtin farklı noktalarındaki birkaç kursa kapağı atmıştı bile. Ama hayat filmlerdeki gibi işlemiyordu ve kısa bir süre sonra içimizden bir Daniel-san çıkamayacağını anlamıştık...

1984'te aynı zamanda ilk Rocky'nin yönetmeni olan John G. Avildsen tarafından çekilen film, dönemi itibariyle yarattığı etki güçlüydü. Her şeyden önce Karate Kid bir spor filmiydi. Ve spor filmlerinin olmazsa olmazlarını barındırıyordu: Kazanmak için önce kaybetmelisin. Annesiyle birlikte başka bir şehre taşınan Daniel (Ralph Macchio), gönlünü kaptırdığı kızın peşindeki çeteden bir güzel sopa yer. Sonrasında komşusu olan yaşlı ikebana (Japon çiçek süsleme sanatı) ve karate ustası Japon Bay Miyagi'yle (Pat Morita) tanışmasının ardından önce hayatın, sonra çetenin üstesinden "legal" yollarla gelir. Bu tam da 80'lerin ahlakçı, muhafazakâr yapısına uygun bir davranıştır. Seyirci tarafından gişeden de mutlu sonla yollanır film. 100 milyon dolarlık hasılat üç tane devam filmini de getirir. Sinema gösterimi yapılmadan video piyasasına sürülen son bölümde erkek yerine bir kız vardır ve bu kız günümüzün Oscar'lı yıldızı Hillary Swank'tan başkası değildir.

Eskilere dadanan Hollywood'un yamyam yapımcıları nihayetinde bu çok sevilen filme de el attı. Filmin isminde ve hikâyesinin ana hattında bir değişiklik yok. Filmin orijinal yapısına eklemlenen yenilerse (mekan Amerika'dan Çin'e, öğretiler karateden Kung-Fu felsefesine dönüşüyor) bütünde sırıtmaktan ziyade olgun bir hava katmış. Filmin ana kahramanı Dre yani Jaden Smith'e ayrı bir önem vermek gerekiyor. Zira kendisi şimdiden geleceğin yıldız adayları arasında.

Aksiyon filmlerinin vazgeçilmez starı Will Smith ile oyuncu Jada Pinkett Smith'in oğulları olan Jaden, kısa ama dolu bir filmografiye sahip. İlk sinema yolculuğuna babasının kanatları altında, ekonomik sıkıntılar içindeki baba ve oğlu canlandırdıkları 2006 yapımı Umudunu Kaybetme'yle çıktığında boyundan büyük bir iş başarmıştı. Eleştirmen ve seyirci nezdinde alkışlanan bu performansının etkisiyle 2008'in gişe canavarı büyük bütçeli Dünyanın Durduğu Gün filminde Keanu Reeves ile rol kesiyordu.

Oyuncu genlerine sahip olan ufaklık, yılların ustası Jackie Chan'le izlenebilir ve keyifli bir performans ortaya koyuyor Karate Kid'de. Bu ikilinin birlikteliğini ve yolculuğunu Yıldız Savaşları'nın Efendi Yoda'sıyla öğrencisi Luke Skywalker'ın birlikteliğinin yeryüzünde geçen bir versiyonu olarak da görmek mümkün. Nihayetinde her ikisinde de üslup açısından benzer yanlar bulunuyor.

Jackie Chan, bu filmde beklentilerin çok üstünde bir performans sergiliyor. Öyle ki hemen her filminde sergilediği slap-stick komediye öykünen oyunculuğuyla tanınan yıldız oyuncu bu kez ters köşeye yatırıyor ve öykünün dinamikleri içinde yer alan dramatik sahnelerin altından büyük başarıyla kalkıyor. Böylelikle şimdiye kadar bizden gizlediği yeni bir yeteneğini keşfediyoruz.

Bay Han'ın Dre'yi Kung-Fu bilen çocuk çetesinin elinden kurtardığı sahne ise gerçekten iyi çekilmiş. Hiçbir şekilde çocuklara el kaldırmadan onları birbirine kırdırarak gerçekleşen bu sahne filmin en iyi anlarından biri olarak kayıtlara geçiyor. Bundan sonrası malum. Bay Han Dre'yi himayesi altına alır, onu diğer çocuklarla birlikte yarışacağı bir turnuvaya ek olarak yabancısı olduğu yeni yerleşkesinde başka bir hayata hazırlar.

İlk filmden hafızalara kazınan meşhur cilala parlat tekniğinin yerini yeni filmde "ceketini giy, çıkar, yere at, yerden al ve as" tekniği alıyor. Bu kungfu ile karate arasındaki nitelikli farkı bir anlamda ironik olarak ortaya koyuyor. İki hareketle öğrenilen karatenin aksine kungfu'nun derinlikli felsefesi hareket sayısını beşe çıkartıyor. Yine ilk filmden beyin hücrelerimize işlenmiş ve o dönemin çocukları tarafından denenmeye çalışılmış turna tekniğinin yerini ise burada kungfu'nun mistik öğretileri alıyor. Kobra stili olarak isimlendirilen bu teknikle Dre turnuva sonunda gözyaşları eşliğinde rakiplerini dize getiriyor.

Filmde Jaden'ın kısa da olsa başka bir yeteneği daha açığa çıkıyor. 12 yaşındaki Jaden müthiş dans ediyor. Kısa ama etkili sahnenin ardından tekrardan bir hayranlık besliyorsunuz ve gıpta ediyorsunuz. Neresinden bakarsanız bakın bu çocuk tam bir yetenek kumkuması ve gelecek için çok iyi sinyaller verdiği aşikâr. Kendisini büyülü dünyaya hazırlayan babasının iki kere aday olduğu ama bir türlü alamadığı Oscar heykelciğini, yeteneğini çok doğru seçilmiş projelerde değerlendirdiğinde almaması işten bile değil. Bu abartılı bir övgü ve öngörü gibi dursa da şimdiye kadar yaptıklarıyla bu abartıyı hak ettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

Hollywood'un yetenekli çocuk oyuncuları bulmakta ve kullanmaktaki ustalığı tartışılamaz bir gerçek. Jodie Foster, Drew Barrymore, River Phoenix ilk akla gelen isimler. Burada şu tarz bir sorunla karşılaşılabiliyor. Bu üç ismin geçmişinde boylarından büyük işler başarmasının yanı sıra, sırtlarına binen ağır yükün etkisiyle sorunlu dönemlerden geçtiğini, erken yaşta uyuşturucu kullanımı ve hatta intiharla sonuçlanan psikolojik sorunlara yol açtığını da gayet iyi biliyoruz. Bu nokta da Jaden Smith için de aynı endişeyi duymamak elde değil ama onun bu işleri bilen bir koruyucusu yani babası var. Nihayetinde bu yaz sıcağında serin sinema salonlarında yeni bir keşif ve nostalji hissini yaşamak istiyorsanız Harold Zwart imzalı bu yeniden çevrim iyi bir tercih olarak sizleri bekliyor.

Newsweek Türkiye dergisinin 97.sayısında yayınlanmıştır...