
Kime sorsanız ızdırap gibi bir yaz mevsiminin ortasında, İstanbul’un karmaşık saçlarına dolanıp çıkıştan ziyade kendimi aramak üzere doğmuşum. Kulağıma ezan sesiyle beraber adım okunurken bir martının çığlığı denizin kokusunu da üflemiş ruhuma.
Kaldırımlarında haylazlığımın bana verdiği sonsuz güçle koşarken ben, ufacık ve masum; dizlerimi kanattı her seferinde İstanbul. En havalısından, ilk bisikletim alındığında var gücümle son hız inemedim yokuşlarından, çünkü her zaman kalabalıktı gürültümüzün ortasında tek başına uyuyan güzel şehrim. Okuma yazmayı öğrenmeden önce, sıcak yaz günlerinin birinde kendimi sahilinden İstanbul’a bırakmayı öğrendim. Büyükbabamın küçük balıkçı teknesinden oltamı sallandırıp maviliğinin tam da kalbinden gümüş rengi balıklarını sokup almayı bir de… Büyüdükçe gövdem, ruhumu çocuk kalsın diye sanki korudu bir şeyler. Büyüdükçe ve harfleri tek bir satır boyunca aynı boyda yazabilmeyi başardıkça ben, benden habersiz ruhumun, varlığımın derinlerine adını kazıdı İstanbul.
Ergenlik gerginliklerimin çoğunun merkezinde özgür bir ruh olup şehrimin sokaklarında kendimi kaybetme arzusu oldu. En sevdiğim adamı çok kırdım o dönemler, hunharca…Beni incitecekse de İstanbul incitsin diye onun engellenemez babalık içgüdüleriyle çok çatıştım. Onunla çatışmadığım zamanlarda da kafamın içinde kendimle boğuştum. Ve biraz daha büyüyünce anladım ki aslında babanı sevmek gibiymiş İstanbul’u sevmek…Küçük yaşlarda koşulsuz bağlandığın tek kahramanın, biraz büyüyünce darılmak için bahaneler ürettiğin, ne yapsa ne dese daha iyisini kendim bilirim sandığın ve yıllar sonra başa dönüp, onu sonsuza dek özlemek zorunda kalma ihtimali aklına gelip de uykularından uyandığın adamı sevmek gibi bir şeymiş İstanbul’u sevmek… Avuclarının arasından kayıp gitmeden önce anlayamıyor insan, avuçlarından nelerin kayıp gittiğini. Küçükken kaldırımlarında bana çelme takmaya bayılan İstanbul; ki ergenliğimde aklımı başımdan alan büyücü kadındı kendisi… Bir sebepten lanetleyip ruhumu kendisinden uzakta yıllarca süren bir sürgün cezasına çarptırınca beni, uzaklardaki bir özgürlükler hapishanesinden mektuplar yazmaktı hasretini dindirmenin tek çaresi! Lanetli şehrime…diye baslayan mektupların her satırında hatırladıkça eski günleri, kaç sokağında kanattın beni, kaç defa hem de diye haykırasım geldi.
Belki sırf sürgün halinin getirdigi şizofrenik bir çaresizlikti benimki. Ama en aklı başımda halimle her seferinde yüreğimde hissettiğim tek sey, onu sonsuza dek özlemek ihtimalini düşündürüp burnumun direğini sızlatan duyguydu. Evet, suçluyum ben! Kalabalıklarından hep şikayet ettim yıllarca.
Trafiğin tıkandığı yerlerde ruhum düğümlenmiş gibi hem çaresiz hem öfkeli küfürler ettim ona. Belediye otobüslerinde beynimin içini uğultularla kapladı onlarca insanın sesleri. Eminönü’nden geçerken yüzüme çarpan kızartılmıs balık kokusunu da yadırgadım bazen, İstiklal’de yürümeye çalışırken bana çarparak koşar adım ilerleyen mendilci çocuğa da kızdım. Bu kadar gündelik öfkeleri biriktirip ertesi gün yenilerini yaratırken zihnim, bir yanımın gizli gizli nasılda müptelası olduğunu farkedemedim…
Dedim ya, babanı anlayabilmek gibi İstanbul’u anlamak! Kapalıçarşı’daki dükkanlardan yükselen baharat kokularından müthiş bir haz alabilir kıvama gelmek gibi sanki, zaman alıyor onu bilmek, anlamak ve tanımak. Ve yıllar geçtikce bu sürgün koğuşunda farkettim ki uzaktan bakınca anlıyor insan bu lanetli şehrin bizi ne kadar da iyi tanıdığını! Başkalarını bilmem ama beni benden iyi tanıyor olsa gerek. Başka türlü bu kadar canımı yakabilir miydi? Bilirsiniz işte, canımızı bizi en iyi tanıyanlar yakabilir. Meğer ben yıllarca bütün zaaflarımı, en zayıf noktalarımı kendimden bile gizlemeye çalışırken, doğduğum şehre açık etmişim. Şimdi gözlerim martılarını ararken bir yabancı gökyüzünde, rüyalarımda adalardan dönüyorum ilk vapur seferiyle. Elimde bir bardak demli çay…
Her şeyin tadı öyle güzel ki dilimde, gerek bile duymuyorum üzerine çay damlayıp da dağılmıs kesme şekere. Yan tarafımda yaşlıca amcalar memleketi kurtarıyor öyle hararetlice. İki sevgili, belli ki üniversiteli…Birbirinin fotoğrafını çekiyor arkalarında kız kulesi. Sımsıkı sarılıp aynı karede olmak istedikleri her hallerinden okunuyor bir an. Uzanıp alıyorum fotoğraf makinasını saçlarını özenle taramış yakışıklı delikanlıdan. Gülümseyin dememe gerek bile kalmadan birbirlerine bakıp öylece gözlerinin içinden gülümsüyorlar, biraz bana biraz da uzun yıllar saklamak isteyecekleri bir anıya. İki orta yaşın biraz üstünde kadın, ağız ağıza vermis gelinlerini çekiştiriyor bir yanda. Biri diğerinden daha dertli olsa gerek, arada bir eliyle dizlerine vuruyor. Yanlarında oturan genç kadın dinlemek istemese de duyduklarına karşılık içten içe acaba diyor muhtemelen evliliğe.
Düşünceler denizinde görüyorum pek çok kişiyi, gözleri esir düşmüş bir yandan karşılarındaki engin maviliğe. Eminönü’ne yaklaşırken vapur martıların eşliğinde, uzaktan duman duman tütüyor balıkçı tekneleri, görüyorum. Bir an evvel insek de koşa koşa gitsem, bir yarım ekmek balık yanında acılı turşu suyu..diyorum…
Hatta acelesi olanlar omzuma çarpıp geçseler çıkışa doğru, çok şükür diyeceğim sanki sürgün koğuşumdan çıkıp insanlara karıştığıma inandığım an… Bir an evvel karaya ayak basıp, Karaköy’den Taksim’e geçmenin planlarını yapıyorum. İstiklal’de yürürken akordion seslerine karışmış tütsü kokularını içime çekmek için… Arka sokaklardan herhangi birinde hiç bilmediğim bir mekan bulup yıllardır sürgünde kavrulmuş ruhumu serinletmek için…
Sonra Ortaköy’e de geçmeli, Emirgan’da çay içmeli gün doğumunu beklerken, Sarıyer’de, Bebek’te, Tarabya’da, Çamlıca’da azar azar dindirmeli bu yılların hasretini. Kaç gün kaç yıl alırsa alsın, çocukluğumun yaralarını bağrında saklayan şehrimin beni benden almasını hissetmem lazım yeniden. İlk fırsatta belediye otobüsüne binip susan, uyuyan, gülen, konuşan, ağlayan, düşünen insanımı görmeliyim.
Çekinmeden gözlerinin içine bakabildiğim kendi insanımın adımlarıyla ezilirken bu şehir, yıllarca onsuzluk cezasının dolmasını beklerken ezilen ruhumdan hasretinin izlerini silmeliyim. Karmaşık saçlarına dolanıp doğduğum şehrim, kaprislerimle üzdügüm masum dostum, biran evvel bu özgürlükler hapishanesinden firar edip sana gelmeliyim, biliyorum…
Öyle bir gün de gelmeliyim ki “Benim İstanbul’um” diye seni bağrıma bastığımda kabarmalı derin mavi denizin, martıların çıglıkları göğü yırtmalı…Ve bağrına basmaya hazır olmalısın bir sürgün kaçkınının sevdasını, düşünmeksizin!..
ZEYNEP ÖNER - Chicago/U.S.A
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder