30 Ağustos 2010 Pazartesi

DERGİCİLİĞİN e-HALİ


Rolling Stone Türkiye, Billboard Türkiye, Empire Türkiye, Total Film Türkiye... Bir zamanlar büyük hevesle takip edilen ve nihayetinde Türk okurlarıyla kendi anadilinde buluşan bu “efsane” yayınlar ne yazık ki rüzgar gibi geçti bu topraklardan.

İsminin sonuda “Türkiye” eki bulunan bu yayıncılık efsanelerin hemen hepsine çok yakındım ve birinin tam göbeğindeydim. Rolling Stone Türkiye’nin çıkacağını ve benimde bu dergiye bir katkımın olacağını öğrendiğimde o gece ve geceler, gündüzler bitmek bilmedi. Askerdim. Ve gelmeme iki ay kadar bir süre vardı. İki ayı türlü hayaller eşliğinde bitirip, 15 zorlu ayın baskısını iki günde kenara bırakarak masaya oturduğumda ne kadar büyük bir işin başlangıcında olduğumun idrakına varmıştım. Ekip güzel insanlardan kurulu mikro bir ekip. Blue Jean’den transfer edilen usta kalem Ayhan Abayhan, yazılarını büyük hayranlık ve gıptayla takip etmeme rağmen hiç bir şekilde çalışma ve tanışma fırsatımın olmadığı Yeşim Tabak ve pek tabiki Aktüel’de geçen sekiz yılın en keyifli döneminden gelen iki usta isim, Alper Bahçekapılı ve Mehmet Tez. Dergi büyük, yük büyük, ekip mikro.. Olabildiğince masraftan kaçınılmamış diyebilmeyi isterdim ama bunun tam tersi bir durum mevcuttu. Buna karşın elbette ki sayılan isimler gece ve gündüzlü yoğun geçen zaman içinde büyüklüğün altında hiç bir zaman ezilmemeyi bildiler.

Haziran 2006’da yayınlanan ilk sayının ardından 14 sayıyı daha beraber yola çıkardıktan sonra girilen yolun biraz farklılaşması sebebiyle ekipten kendimi tasfiye ettim. Zira hemen her güzel olanın bir sonu oluyordu. Bazen mutlu son bazen keyifleri kaçıran sonla karşılaşıyoruz. Keyifleri kaçıran son vardı sahnede ve bu RS’un kapandığı haberiydi. Ardından yerli efsanemiz Roll, ardından Total Film Türkiye ve Empire Türkiye, yine yerli üretim Dream ve en sonunda Billboard Türkiye. İnsanın kültür hayatında ki olmazsa olmazlarından sinema ve müzik yayıncılğı adına utanç tablosu.

Geçenlerde Milliyet gazetesi yazarı Mehmet Tez, “Türkiye’de müzik yayıncılığı neden bitti?” başlıklı bir yazı kaleme aldı. (yazıyı http://www.hafifmuzik.org/?p=9111 adresinden okuyabilirsiniz) Türk dergiciliğinin son halet-i ruhiyesine dair içeriden bir bakış. Tez, yazısında özellikle bir noktaya dikkat çekiyor. Bu işte herkesin payı var. Türkiye’de müzik ve sinema yayıncılığı başlı başına bir dert. Ne İsa ne de Musa’ya yaranabilirsiniz. Bu iki sanatın her alandaki icrasında objektifliğin dibini bulsanız bile yine subjektifliğin bayraktarlığını yapmakla suçlanırsınız. Dünyanın en mükemmel kapağını yapsanız, en iyi yorumları kaleme alsanız dahi, kimse sizi takdir etmez. Buna gerek yok diyip sineye çekersiniz ama yayıncı şirketin politikaları ise hepsinden daha bir derttir.

Müzik ve sinema gibi sanat dünyasının keyif veren yazılarına artık internet üzerinden daha hızlı ve şirket baskısı olmadan ulaşabiliyoruz. Mehmet Tez’in yazısının altına bir imzada benden diyerek oradan hareketle sanal dünyanın müzik ve sinema yayıncılığında öne çıkan ilk beşine birlikte göz gezdirelim.

ARKA PENCERE
www.arkapencere.com
Herhalde bu ismin büyük yönetmen Alfred Hitchcok’un ünlü filmine ait olduğunu bilmeyen yoktur. İflah olmaz Hitchcok hayranı olan altı kişilik mikro bir ekip tarafından özenle yayına hazırlanıyor ve takipçilerine servis ediliyor. Yayının ana künyesini dolduran isimler Bilgehan Aras, Cem Altınsaray, Kemal Ekin Aysel, Burçin S.Yalçın, Burak Göral ve Murat Özer gibi sinemaseverlerin yakından takip ettiği isimler. Bu online dergi haftalık olarak her Perşembe gece yarısından hemen sonra yayında oluyor ve o Cuma vizyona giren bütün filmlerin kritikleri yer alıyor. Siyad üyesi önemli bir kaç eleştirmenin de yazılarıyla hayat verdiği yayının en büyük kozu Tunca Arslan’ın enfes yazıları ve rahat okunan bir mizanpaja sahip olması. Sinemayı yakından takip ediyor ve eleştirmenlik müesesine saygınız mevcutsa bookmarkta mutlaka yer almalı...

HAFİF MÜZİK...Hafif başka şeyler...
http://www.hafifmuzik.org
Ex Rolling Stone Türkiye dergisi yayın yönetmeni Mehmet Tez’in neredeyse tek kişilik şovu. Müzik dinleme listelerinizde halen Rainbow, Deep Purple, Metallica gibi eskiler bulunuyor ve artık yeni bir şeylerin keşfini gerçekleştirmek istiyorsanız çok doğru bir adres. Site, blog mantığı içinde dergi yayıncılığı kurallarını da içinde barındıran taze bilgilerle donatılmış. Sadece bilgiye dayalı değil elbette. Türkiye’de halen geçerli akçe olmayan, oturtulamamış ve eksikliği ciddi bir şekilde hissedilien müzik eleştirmenliği boşluğunu nispeten dolduran yazılarla karşılaşabiliyorsunuz. Yayının en önemli artısı okuyucunun interaktif şekilde yorumlarıyla her türlü katkıda bulunabiliyor olması. Ayrıca zaman zaman Ayhan Abayhan ve Melis Danişmend gibi isimlerde yazılarıyla siteyi şenlendiriyorlar.

ÖTEKİ SİNEMA
http://www.otekisinema.com
Yedinci sanatın ötekilerine muhteşem bir saygı duruşu. Kendilerini “kötü filmler sevenler cemiyeti” olarak adlandıran bir yayın kuruluna sahip. B sınıfı filmler hiç bir zaman vitrinin önünde olmaz ve buzdağının arkasında keşfedilmeyi bekler. Keşfin yeterli olabilmesi için de kaynakların eksiksiz ve anlaşılır olması gerekir. Bu sitenin yaptığı ise tam olarak bu. B sınıfı filmler, Yeşilçam’ın arka kapısı, X-Rated filmler gibi öteki konumundaki bir çok janra saygıda kusur etmeyip onlar hakkında nitelikli yazılara ulaşabiliyorsunuz.

MABBAS NET
www.mabbas.net/
Dj, müzik yazarı, festival organizatörü, kısaca müzik adına ne varsa bedenine hapseden Murat Abbas’dan tam anlamıyla kişişel ve bir o kadar keyifli takip edilesi bir yayın. Eğlenceli listeleri ve video bağlantılarıyla sizi tek mekanda çok dünya vadediyor. Dünya festivallerinden yerinde izlenimler ise başka yerde bulamayacağınız kadar ayrıntılı ve okunası. Bazen ön plana çıkardığı isimler sizin için zorlayacı olabilir ve fakat dedik başta, tamamen kişisel bir site...

HAYAL PERDESİ
www.hayalperdesi.net
Yola fanzin olarak çıkıp e-Dergi sularına yelken açan nefis bir site. Popüler kültürden kopmadan entelektüel yayıncılığın sırrını keşfe çıkmak isteyenler için ideal. Kapak tasarımları ise bir e-Dergi’den beklenmeyecek kadar titiz . Tek sorunları derginin iç sayfa tasarımları. Dikkat dağıtıyor. Yakında aynı isimle ve tarzla matbu olarakta raflardaki yerini alacak.

23 Ağustos 2010 Pazartesi

Özgürlükler Hapishanesi’nden mektuplar…


Kime sorsanız ızdırap gibi bir yaz mevsiminin ortasında, İstanbul’un karmaşık saçlarına dolanıp çıkıştan ziyade kendimi aramak üzere doğmuşum. Kulağıma ezan sesiyle beraber adım okunurken bir martının çığlığı denizin kokusunu da üflemiş ruhuma.

Kaldırımlarında haylazlığımın bana verdiği sonsuz güçle koşarken ben, ufacık ve masum; dizlerimi kanattı her seferinde İstanbul. En havalısından, ilk bisikletim alındığında var gücümle son hız inemedim yokuşlarından, çünkü her zaman kalabalıktı gürültümüzün ortasında tek başına uyuyan güzel şehrim. Okuma yazmayı öğrenmeden önce, sıcak yaz günlerinin birinde kendimi sahilinden İstanbul’a bırakmayı öğrendim. Büyükbabamın küçük balıkçı teknesinden oltamı sallandırıp maviliğinin tam da kalbinden gümüş rengi balıklarını sokup almayı bir de… Büyüdükçe gövdem, ruhumu çocuk kalsın diye sanki korudu bir şeyler. Büyüdükçe ve harfleri tek bir satır boyunca aynı boyda yazabilmeyi başardıkça ben, benden habersiz ruhumun, varlığımın derinlerine adını kazıdı İstanbul.

Ergenlik gerginliklerimin çoğunun merkezinde özgür bir ruh olup şehrimin sokaklarında kendimi kaybetme arzusu oldu. En sevdiğim adamı çok kırdım o dönemler, hunharca…Beni incitecekse de İstanbul incitsin diye onun engellenemez babalık içgüdüleriyle çok çatıştım. Onunla çatışmadığım zamanlarda da kafamın içinde kendimle boğuştum. Ve biraz daha büyüyünce anladım ki aslında babanı sevmek gibiymiş İstanbul’u sevmek…Küçük yaşlarda koşulsuz bağlandığın tek kahramanın, biraz büyüyünce darılmak için bahaneler ürettiğin, ne yapsa ne dese daha iyisini kendim bilirim sandığın ve yıllar sonra başa dönüp, onu sonsuza dek özlemek zorunda kalma ihtimali aklına gelip de uykularından uyandığın adamı sevmek gibi bir şeymiş İstanbul’u sevmek… Avuclarının arasından kayıp gitmeden önce anlayamıyor insan, avuçlarından nelerin kayıp gittiğini. Küçükken kaldırımlarında bana çelme takmaya bayılan İstanbul; ki ergenliğimde aklımı başımdan alan büyücü kadındı kendisi… Bir sebepten lanetleyip ruhumu kendisinden uzakta yıllarca süren bir sürgün cezasına çarptırınca beni, uzaklardaki bir özgürlükler hapishanesinden mektuplar yazmaktı hasretini dindirmenin tek çaresi! Lanetli şehrime…diye baslayan mektupların her satırında hatırladıkça eski günleri, kaç sokağında kanattın beni, kaç defa hem de diye haykırasım geldi.
Belki sırf sürgün halinin getirdigi şizofrenik bir çaresizlikti benimki. Ama en aklı başımda halimle her seferinde yüreğimde hissettiğim tek sey, onu sonsuza dek özlemek ihtimalini düşündürüp burnumun direğini sızlatan duyguydu. Evet, suçluyum ben! Kalabalıklarından hep şikayet ettim yıllarca.

Trafiğin tıkandığı yerlerde ruhum düğümlenmiş gibi hem çaresiz hem öfkeli küfürler ettim ona. Belediye otobüslerinde beynimin içini uğultularla kapladı onlarca insanın sesleri. Eminönü’nden geçerken yüzüme çarpan kızartılmıs balık kokusunu da yadırgadım bazen, İstiklal’de yürümeye çalışırken bana çarparak koşar adım ilerleyen mendilci çocuğa da kızdım. Bu kadar gündelik öfkeleri biriktirip ertesi gün yenilerini yaratırken zihnim, bir yanımın gizli gizli nasılda müptelası olduğunu farkedemedim…

Dedim ya, babanı anlayabilmek gibi İstanbul’u anlamak! Kapalıçarşı’daki dükkanlardan yükselen baharat kokularından müthiş bir haz alabilir kıvama gelmek gibi sanki, zaman alıyor onu bilmek, anlamak ve tanımak. Ve yıllar geçtikce bu sürgün koğuşunda farkettim ki uzaktan bakınca anlıyor insan bu lanetli şehrin bizi ne kadar da iyi tanıdığını! Başkalarını bilmem ama beni benden iyi tanıyor olsa gerek. Başka türlü bu kadar canımı yakabilir miydi? Bilirsiniz işte, canımızı bizi en iyi tanıyanlar yakabilir. Meğer ben yıllarca bütün zaaflarımı, en zayıf noktalarımı kendimden bile gizlemeye çalışırken, doğduğum şehre açık etmişim. Şimdi gözlerim martılarını ararken bir yabancı gökyüzünde, rüyalarımda adalardan dönüyorum ilk vapur seferiyle. Elimde bir bardak demli çay…

Her şeyin tadı öyle güzel ki dilimde, gerek bile duymuyorum üzerine çay damlayıp da dağılmıs kesme şekere. Yan tarafımda yaşlıca amcalar memleketi kurtarıyor öyle hararetlice. İki sevgili, belli ki üniversiteli…Birbirinin fotoğrafını çekiyor arkalarında kız kulesi. Sımsıkı sarılıp aynı karede olmak istedikleri her hallerinden okunuyor bir an. Uzanıp alıyorum fotoğraf makinasını saçlarını özenle taramış yakışıklı delikanlıdan. Gülümseyin dememe gerek bile kalmadan birbirlerine bakıp öylece gözlerinin içinden gülümsüyorlar, biraz bana biraz da uzun yıllar saklamak isteyecekleri bir anıya. İki orta yaşın biraz üstünde kadın, ağız ağıza vermis gelinlerini çekiştiriyor bir yanda. Biri diğerinden daha dertli olsa gerek, arada bir eliyle dizlerine vuruyor. Yanlarında oturan genç kadın dinlemek istemese de duyduklarına karşılık içten içe acaba diyor muhtemelen evliliğe.

Düşünceler denizinde görüyorum pek çok kişiyi, gözleri esir düşmüş bir yandan karşılarındaki engin maviliğe. Eminönü’ne yaklaşırken vapur martıların eşliğinde, uzaktan duman duman tütüyor balıkçı tekneleri, görüyorum. Bir an evvel insek de koşa koşa gitsem, bir yarım ekmek balık yanında acılı turşu suyu..diyorum…

Hatta acelesi olanlar omzuma çarpıp geçseler çıkışa doğru, çok şükür diyeceğim sanki sürgün koğuşumdan çıkıp insanlara karıştığıma inandığım an… Bir an evvel karaya ayak basıp, Karaköy’den Taksim’e geçmenin planlarını yapıyorum. İstiklal’de yürürken akordion seslerine karışmış tütsü kokularını içime çekmek için… Arka sokaklardan herhangi birinde hiç bilmediğim bir mekan bulup yıllardır sürgünde kavrulmuş ruhumu serinletmek için…

Sonra Ortaköy’e de geçmeli, Emirgan’da çay içmeli gün doğumunu beklerken, Sarıyer’de, Bebek’te, Tarabya’da, Çamlıca’da azar azar dindirmeli bu yılların hasretini. Kaç gün kaç yıl alırsa alsın, çocukluğumun yaralarını bağrında saklayan şehrimin beni benden almasını hissetmem lazım yeniden. İlk fırsatta belediye otobüsüne binip susan, uyuyan, gülen, konuşan, ağlayan, düşünen insanımı görmeliyim.

Çekinmeden gözlerinin içine bakabildiğim kendi insanımın adımlarıyla ezilirken bu şehir, yıllarca onsuzluk cezasının dolmasını beklerken ezilen ruhumdan hasretinin izlerini silmeliyim. Karmaşık saçlarına dolanıp doğduğum şehrim, kaprislerimle üzdügüm masum dostum, biran evvel bu özgürlükler hapishanesinden firar edip sana gelmeliyim, biliyorum…

Öyle bir gün de gelmeliyim ki “Benim İstanbul’um” diye seni bağrıma bastığımda kabarmalı derin mavi denizin, martıların çıglıkları göğü yırtmalı…Ve bağrına basmaya hazır olmalısın bir sürgün kaçkınının sevdasını, düşünmeksizin!..

ZEYNEP ÖNER - Chicago/U.S.A

19 Ağustos 2010 Perşembe

MADDE MADDE A-TAKIMI


Hollywood bit pazarına nur yağdırmayı bıraktı resmen talan etmeye başladı. Yeniden çevrimler kesmedi yapımcı arkadaşları TV dizilerine dadandılar. Ve bu konuda yine beceriksizliklerle dolu bir sürü örnek izledik. Charlie’nin Melekleri gibi. TV formatından büyük ekrana transferlerde açık oranda önde olan ise Görevimiz Tehlike oldu... Bu Cuma vizyon yüzü görecek olan transferimiz ise 80’lere aksiyonu ve yerinde komedisiyle damgasını vuran A-Takımı. Filmin diziye oranla -ki teknolojik altyapının gelişiminide göz önünde bulundurarak -tam olarak bir CGI bombardımanı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Fazla spoilera girmeden maddeler halinde nelerle karşılacağınıza dair ufak bilgileri sıralayalım...

Filmin yönetmenliğini “Smokin’Aces”la dikkatleri üzerine çeken Joe Carnahan üstlenmiş... Yönetmenin Narc isimli filmi ise gözlerden kaçmış eli yüzü düzgün bir polisiyedir tavsiye olunur...

80’li yılların unutulmaz aksiyon dizisi A-Takımı’nın bu film versiyonunda bir takım değişiklikler söz konusu. Orijinal TV dizisinde kahramanlarımız Vietnam’da savaşmış askerlerken, dönem itibariyle filmde birinci körfez savaşında başarıdan başarıya koşuyorlar...

Filmin oyuncu seçimi ise nispeten başarılı olmuş. Albay Hannibal Smith’i usta oyuncu Liam Neeson canlandırıyor. Ama gelin görün ki Neeson’a beyaz saç pek gitmemiş... Son yıllarda çıkış yapan ama tarzını bir türlü tutturamayan Bredley Cooper ise Teğmen “Faceman” Peck’te Neeson’a oranla daha başarılı bir oyun sergiliyor. Elbetteki A-Takımı’nın asıl numarası olan ve uçak fobisiyle tebessüm ettiren insan azmanı yumuşak kalpli B.A Baracus’ü kim canlandırıyor. Cevabı verelim. Quinton “Rampage” Jackson. Ne yalan söyleyeyim ben beğendim. Hani daha iyi olmuş bile diyebilirim biraz abartarak... Ekibin dördüncü ve son üyesi arıza Yüzbaşı Murdock’ı ise pek bilinmeyen ama bu filmden sonra epey tanınacak olan Sharlto Copley başarıyla canlandırıyor...

Filmin diziyle oranla yükseltilmiş bir komikliği var. Herkes espri yapıyor herkes güldürüyor. Bazen sıkıntıdan gülüyorsunuz orası ayrı.

Dizinin tema müziğini beklerseniz yanılırsınız. Hiç bir sahnede çalmıyor...

Filmin yaklasık ilk yarım saati ekibin nasıl kurulduğuyla ilgili ve kanımca filmin en güzel anları bu yarım saat içerisinde... Baracus’un siyah kırmızı çizgili efsane minibüsünün sonu ise tam bir felaket...

Filmin sonunda gerçekleşen limandaki konteyner sahnesi gerçekten iyi düşünülmüş ve çekilmiş. Adrenalin patlaması yaşayacağınız an bu andır.

Bu tarz filmlerin olmazsa olmazı olan arzu nesnesi kadınımız kontenjanını Jessica Biel dolduruyor.. Pek fazla iş gördüğü söylenemez...

Hemen her filmde adet olduğu üzere süprizli sona odaklı bir film olmuş A-Takımı. Ama dikkatli gözler süpriz sonu ilk yarım saatin sonunda rahatlıkla çözebilir.

Filmin kapanış jeneriğinden sonra izleyenleri 30 saniye kadar eskiye götürecek bir süpriz bekliyor.

Televizyon dizisi formatında hemen hemen hiç bir bölümde insanların ölmediği bir diziydi A-Takımı... Ama filmde çok insana kıyılıyor çok... Bu konuda ellerini korkak alıştırmadıklarını görüyoruz...

Son söz olarak mantığınızı ve beklentilerinizi salonun dışında bırakırsanız keyif alacağınız bir seyirlik olur. Aksi takdirde türlü abartılı patlamalara maruz kalmış ve hatta işkence görmüş olarak ayrılırsınız salondan...

Az zaman, çok iş


Kusurlarıyla göz kamaştırıyor.

Renk paletindeki kırmızı ve yeşili göremeyen renk körü bir yönetmen nasıl film çeker? Yanıt: Akıl Defteri, Batman Başlıyor, Uykusuz, Prestij, Kara Şövalye ve nihayetinde Başlangıç gibi her biri ayrı başarılara imza atan filmler. Kısacık kariyerine bu olağanüstü işleri sıkıştıran 1970 doğumlu Christopher Nolan işte böyle bir yönetmen.

Evine giren bir hırsızdan yola çıkarak çektiği 1998 yapımı Takip'le tüm dikkatleri üzerine toplar. Katıldığı birkaç önemli festivalden de eli boş dönmez. Hollywood sistemi içinde, bir film ilk defa yapılıyor ve yapılan film bilinen hiçbir kalıba uymuyor, üstelik buna rağmen büyük bir başarı sağlıyorsa, muadili ardından gelecektir. Bunu sağlayan, yenilikçi, devrimci, özgün işler ile nitelikli senarist ve yönetmenliğin aynı zeminde buluşması. Tarantino'nun 1994'te Ucuz Roman'la denediği yenilikçi kurguyu bir adım öteye taşıyan 1997 yapımı Akıl Defteri'nin yaptığı da tam olarak buydu. Film sondan geriye doğru bir kurguyla yol alırken, seyirciyi zihnin labirentlerinde merak duygusuyla dolu bir gezintiye çıkarıyordu. Akıl Defteri'nin bu benzersiz deneyimi çok geçmeden karşılığını buldu.

Sinefiller tarafından takip edilecekler listesine alınan Nolan, Akıl Defteri'nin hemen ardından çektiği filmle, kısa filmografisine en zayıf halkayı ekleyiverdi. Zira 1997 Norveç yapımı Uykusuzluk'u 2002'de neredeyse birebir çekmekle o güne kadar edindiği hayran kitlesini hayal kırıklığına uğrattı. Al Pacino ve Robin Williams'a rağmen film tutmamıştı. Bu iş kazasından sonra üç yıllık bir sessizliğe gömülen Nolan, sahalara muhteşem bir dönüş yaptı: Batman Başlıyor.

Bir başka dahi yönetmen Tim Burton'ın hayat verdiği; memur şahsiyetli Joel Schumacher'in ellerinde, zırhında meme uçları olan bir ucubeye dönüşen Batman'in son halkası, Nolan'ın tahmin edilemeyen zihnine teslim edildi. Nolan, Batman Başlıyor'u büyük bir gizlilik içinde bitirdiğinde sonuç tam anlamıyla muhteşemdi. Kara filme öykünen, hikâyeyi baştan sona ele alan fantastik yapısı ve olay örgüsüyle film, hem ticari hem de eleştirel anlamda çok ciddi bir başarı kazandı. Yetenekli oyuncu Christian Bale ise yeni yarasa adam olarak parıldıyordu.

Her yönetmenin çalışmayı sevdiği ve en iyi uyumu yakaladığı bir fetiş oyuncusu vardır. Bale ve Nolan ikilisi Batman Başlıyor'un ardından ikinci birlikteliğini 2006'da Prestij'le yaşadı. Sihirbazlar arası gerilimli rekabeti anlatan film, David Bowie'nin hayat verdiği Nicola Tesla karakteriyle unutulmazlar arasına girdi. Kısa zamanda konuşulacak çok iş yapmayı başaran Nolan, kariyerinin başyapıtını yine bir Batman filmiyle ortaya koydu. Kara Şövalye filminde Batman'in karanlık sert dünyasını usta işi aksiyonla harmanlayarak hayran kitlesini katlayan Nolan, artık 2000'li yılların en önemli insanlarından biri haline gelmişti.

Biz sinemaseverler, filmler hakkında geniş bir bilgiye sahip olmayı isteriz. Fragmanları izler, film hakkında çıkan yazıları ve eleştirileri okur, yıldız puan oranlarına bakar, tercihlerimizi ona göre şekillendiririz ve filmi izleriz. Nolan'ın en büyük zevkiyse bir sinema salonunda hakkında hiçbir şey bilmediği filmleri izleyip yerinde keşfetmek. Yönetmenin bu zevkinin kendi çalışma tarzına da sirayet ettiğini kolaylıkla söyleyebiliriz. Öyle ki Nolan, bir filme başladığında bütün perdeler sıkı sıkı kapatılıyor ve son ana kadar yeterli bir bilgiye ulaşamıyorsunuz. Bu yöntemin hem ticari hem sinemasal olarak karşılığını bulduğunu söylemek de boynumuzun borcu. Son işi Başlangıç'ı tam olarak kesif bir sis perdesi altında çeken yönetmen, beklentileri fazlasıyla karşıladı. Başlangıç'la birlikte onun da alameti farikaları su yüzüne çıkıyor.

Bir Nolan filmi nasıl olur diye sorulduğunda cevap şu şekilde olacaktır: Film pat diye başlar, izleyiciyi merak duygusu içinde bırakır, karakter gelişimiyle birlikte izleyen de gelişir, karanlık hikâyeleri tadını kaçırmayacak derecede aksiyonla süsler, entelektüel seviyesi bir Hollywood filminden beklenmeyecek derecede yüksek olur. Belki de renk körü olması dışında tek kusuru sayılabilecek bu entelektüel tavır kimilerinin hoşuna gitmese bile, başarısının sırrı kesinlikle bu kusurda yatıyor.