23 Temmuz 2010 Cuma

MADDE MADDE: THE GHOST WRITER-HAYALET YAZAR


Rober Harris'in aynı adlı çok satan romanından uyarlama...

Kamera arkasındaki isim Roman Polanski. Senaryo yine Polanski ve kitabın yazarı R.Harris tarafından kaleme alınmış. Kameranın önünde ise birbirinden değerli nitelikli oyuncular mevcut. Pierce Brosnan filmde eski İngiltere Başbakanını canlandırırken, onun anılarını yazması için görevlendirilen "Hayalet Yazar'a ise Ewan McGregor vücut veriyor. Olivia Willams, Kim Catrall ve Tom Wilkinson diğer rolleri paylaşan isimler...

Eski İngiltere Başbakanı Adam Lang'ın (P.Brosnan)görevi sırasında savaş suçu işlediğine dair belgeler basına sızdırılır. Akabinde Lahey tarafından kendisine soruşturma açılır. Lang ve ailesi gözlerden uzak bir adada (bir bakıma herşeyden izole olma hali) kalmaktadır. Lang anılarını yazması için bir hayalet yazar tutar ama kitabın bitmesine yakın yazar şaibeli şekilde ölü bulunur. Yerine getirilen Hayalet (E.McGregor) ise bir şeylerin ters gittiğini fark eder ve merak duygusuna zekasını da katarak o ters giden ne var ne yok çözmeye çalışır...

Film 70'li yılların komplo teorileriyle bezeli politik gerilimlerinin izinden gidiyor. Bu haliyle yeni nesil casus filmlerine (bknz. Bourne serisi) tanıklık eden ergen bedenlere tuhaf ve yavan kaçabilir. Orta yaş üstüne ise nostalji yaşatabilir.

Filmin yavaş ama sıkmayan temposunu sağlayan ise, iyi yazılmış bir senaryoya sahip olması, güzel çekilmiş sahnelerin varlığı, ve en önemlisi belki de birinci sınıf karakter gelişiminin sizi sıkmaması. Bütün bunlara ek olarak müziklerin filmin kasvetli yapısına hizmet ettiğini görüyoruz...

Filmde Ewan McGregor'un canlandırdığı karakterin ismi Hayalet. Yani film boyunca gerçek adını öğrenemiyoruz. Hayalet yazarımızın alaycı, sefil ve merak duygusunun yükseklerde geziniyor olması hayli eğlenceli olmuş.Bu karakterin tam olarak bir Polanski alamet-i farikası olduğunu söylemek yanlış olmaz...

Filmde Tony-Cherie Blair'e ciddi anlamda kurgusal da olsa bazı parellikler mevcut. Filmdeki başbakanın ve eşinin Amerika geçmişi, neredeyse tüm dostlarının nüfuzlu Amerikan vatandaşlarından oluşması buna bir örnek olarak gösterilebilir. Ama tam olarak onların hayatlarını hedef alıyor demekte doğru olmaz. Yani sinsice bir şekilde anımsatma yolunu seçiyor film. Aslında bilmediğimiz doğruları da anlatıyor olabilir:)

Sıkı bir Polanski hayranıysanız üstadın önceki başyapıtlarından izler bulmanız olası. 1976 yapımı "The Tenant" buna iyi bir örnek olarak aklınızda bulunsun...

Filmin final çekimi ise gerçek bir ustanın yapabileceği tarzda olmuş. Elden ele dolaşan "çözüm" notunun kamerayla takibi ve sonrasında gelen "şok" gerçekten görülmeye değer...

Filmin çekimlerine 2007 yılında başlandığını hatırlatmak isterim. Ama ne yazık ki Polanski'nin geçmişte yediği halt yüzünden gözetim altına alınması filmin vizyon tarihini bir hayli geciktirdi. Post pro aşamasını Polanski tutuklu bulunduğu hapishaneden yürüttü...

Bu filmi izlemeniz için daha iyi bir neden istiyorsanız,"Three Days of the Condor", "The Manchurian Candidate" ve "The Man Who Knew Too Much" izleyip sevdiyseniz "The Ghost Writer'ı da sevmeniz pek ala mümkün...

Filmi izlemek için sinemada vizyona girmesini beklemek sıkıcı olabilir. Zira filmin bizde vizyona girip girmeyeceği bile belli değil. Bu yüzden ya DVD ya DVD-Rip:)

22 Temmuz 2010 Perşembe

İKİ OYUNCU İKİ PROJE...


Leonardo DiCaprio
Önümüzdeki hafta “Inception” ile salonlara uğrayacak olan usta aktör (artık onun için bebek yüzlü yerine usta aktör demeye alışmalıyız) bir sonraki projesinde efsanevi aktör yönetmen Clint Eastwood’la çalışacak. Filmin şimdilik konulan ismi “Hoover”. İsminden anlayacağınız üzere FBI ve J.Edgar Hoover üzerine bir drama olacak. Şaibeli bir başkanlık dönemi geçiren (eşcinselliği ve J.F.K’e düzenlenen suikastte parmağı olduğu iddiası) Hoover üzerine iki usta aktörün birlikteliği ortaya seyre ve ilgiye değer bir yapım çıkartabilir. Ayrıca belirtmekte fayda var, filmin senaryosunu “Milk” filmiyle oskarı kazanan Dustin Lance Black tarafından kaleme alınıyor...

Jim Sturgess
“Accross the Universe”, “The Other Boleyn Girl”, “21” gibi filmlerde tanıyıp sevdiğimiz Sturgess’in bir sonraki projesi “The Way Back”. Yönetmen koltuğunda Peter Weir oturuyor. Sturgess’e bu filmde eşlik eden isimler ise yabana atılır cinsten değiller. Küçük Emrah bakışlı iyi oyuncu Colin Farrel, karizmatik Mark Strong, Peter Jackson’ın cennetinden gelme Saoirse Ronan, ve yılların emektarı Ed Harris... İkinci dünya savaşı sırasında Sibarya’dan yolan çıkan kaçak askerlerin hikayesini anlatıyor film. Hikayesi ve yönetmeninin ismiyle önümüzdeki yıl oskarlarda yarışmaya aday bir film gibi duruyor.

MADDE MADDE..."THE LAST AIRBENDER"



23 Temmuz’da vizyona girecek filmi izledik. Notlar aldık. Not verdik...

Film popüler bir televizyon animasyonundan beyazperdeye uyarlandı.

Animasyonun yaratıcıları Michael Dante DiMartino ve Bryan Konietzko. Bu iki isim, yarattıkları eserin “çapını bilmez bir yönetmen” elinde garabete dönüşmesinden sonra, bir adaya gidip tüm insanlığa sırtlarını dönseler yeridir.

Filmin evrildiği animasyonu sağdan soldan dinlediğim kadarıyla biliyorum. Ama animasyonun hayranları için de izlendikten sonra acı bir deneyim olacağından hiç şüphem yok...

M.Night Shyamalan’ın, zaten hazır olan yapıya (bkz. orjinal animasyon serisi) ve yönetip senaryosunu yazdığı filme en ufak bir katkısı yok. Bu film onun Hollywood’daki son büyük işi olabilir. (bütçe olarak tabi, kalite değil hani)...

Filmde karakter ve hikaye gelişimi diye bir şey sözkonusu değil. Sokka’nın Kuzey Su Krallığı prensesiyle olan ilişkisi o kadar hızlı ki ne olduğunu, niye olduğunu anlamıyorsunuz bile... Zamane ilişkilerine bir gönderme olabilir mi diye tuhaf bir hisse kapılıyorsunuz...

3D hadisesi sonradan masa başında yapıldığı için tat vermiyor. Tat vermediği gibi filmi daha karanlık hale getiriyor. Gözlüklerinizi açılışta ve kapanışta taksanız yeridir.

Orjinal animasyondaki hikayeyi yetişkinlere satamayacağını ve böylelikle gelirden olacağını düşünen cingöz yapımcıların filme katkısı büyük. Her katkı olumlu yönde işlemiyor tabi. Animasyonun tersine karanlık bir evren haline sokulmuş tüm mit. Çocuksu tarafları tamamen törpülenmiş...

Filmin teknik işçiliğinin zirve yaptığı anlar suyun büküldüğü anlar. Gerisi tamamen baş ağrısı şeklinde vücudunuza giriyor...

Oyuncu seçimleri tipleme olarak belki ilk bakışta doğru gibi gözükebilir, Ama oyuncu yönetimi ve oyunculuk namına bir parıltıya rastlayamamak filmin bol olan eksiler hanesine bir çentik daha atılmasını sağlıyor.

Filmin müzikleri bile duygudan o kadar uzak ki... Usta kompozitör James Newton Howard imzalı müzikler acele yapılmış hissini uyandırıyor. Filmin kendisi gibi... Her şeyi geçtim, final sahnesinde mıymıntılık yaratan o müzikler neydi allah aşkına?...

Dipnot: Filmi rahatsızlık veren 3D olarak sinemada izlemek yerine, DVD’de patlamış mısır ve tercih edeceğiniz bir sıvıyla evinizde izleyin. En azından sıkıldıkça gidip çişinizi falan yaparsınız...

19 Temmuz 2010 Pazartesi

Yazık... Atilla Dorsay şaşırtmadı...


Aşağıdaki alıntı sinema yazarı Atilla Dorsay tarafından kaleme alınmıştır...

...Yine de, eğer onlar aynı zamanda gerçek bir sinemaseverseler, belleklerini bir yoklasınlar. Rosemary'nin Bebeği'nden Çin Mahallesi'ne, Kiracı'dan Tess'e, Acı Ay'dan Ölüm ve Genç Kız'a, Dokuzuncu Kapı'dan Piyanist'e, Oliver Twist'ten yakında göreceğimiz Hayalet Yazar'a bunca güzel film, hayatlarımızı zenginleştiren bunca başyapıt da onları yumuşatmıyorsa... Öncelikle sinemaseverlikten istifa etsinler. Gerisini sonra tartışırız.

Şimdi... Polanski dünyanın en muhteşem en iyi yönetmeni olabilir. Ki bana göre öyle bile değil... Severiz izleriz. Ama kalkıpta suçu sabit ve hüküm giymiş bir tacizcinin vicdanlarda ki kurtuluş yolu çektiği filmler mi olmalı? Ya da iyi filmleri çekip bizde izlediğimiz için suçunu görmezlikten mi gelelim? Görmezlikten gelemezsek iyi bir sinefil olamayacağımızı söylüyor sevgili Dorsay. Oldu olacak bir de aferin diyelim beş yıldız verelim kendisine. Konu Polanski'nin ne kadar iyi yönetmen olduğundan ziyade, Polanski'nin suçu sabit bir pedofil olmasıdır. Yazık. Her ikisi için de...


Not: Ömür Gedik, Uğur Vardan, Siyad ve Atilla Dorsay'la ilgili yazı yakında yayında olacak... Takipte kalınız...

16 Temmuz 2010 Cuma

'Büyük yönetmen'e çocuk tacizi bile mübah...


Roman Polanski'nin tutukluluk hali sona erdi. Serbest bırakılmasının ardından, The Independent gazetesinde Johann Hari imzasıyla çıkan yazının, Radikal gazetesinin 13 Temmuz tarihli baskısında yer alan Türkçe çevirisinden...

Johann Hari
Roman Polanski'yi savunanlar, ne söylediklerinin farkında değil. Pişmanlık duymayıp suçuyla övünen bir çocuk tecavüzcüsü, birkaç 'iyi' film yönetti diye bu kişilerin ve 'ulusal çıkar'ını düşünen İsviçre yüzünden serbest

Artık hepimiz biliyoruz. 44 yaşında bir adamsanız, ‘Hayır hayır hayır’ diye hıçkırarak ağlayan ve astım ilacı için yalvaran 13 yaşındaki korkmuş bir kıza uyuşturucu verip anal yoldan tecavüz edebilir ve hiçbir ceza almayabilirsiniz. Tek yapmanız gereken iki şartı yerine getirmek: Kaçıp 15-20 yıl olay mahallinden uzak durmalısınız ve bazı iyi filmler yönetmelisiniz. Bu şartları yerine getiriyorsanız, sadece elinizi kolunuzu sallayarak dolaşmakla kalmazsınız, ‘cadı avı’ndan korunmanız için devasa bir kampanya yürütülür ve bir kahraman gibi alkışlanırsınız.

Roman Polanski kaçmadan önce suçunu kabul etti ve yıllar sonra, sürgünde şişine şişine, bütün erkeklerin onun yaptığını yapmak istediğini söyledi. 1979’da kendisiyle söyleşi yapan bir gazeteciye kıkırdayarak şunları söylüyordu: “Birini öldürmüş olsaydım, bu durum basına bu kadar ilgi çekici gelmezdi, anlıyor musun? Fakat... kahretsin ... genç kızlar. Yargıçlar genç kızları düzmek istiyor. Jüri üyeleri genç kızları düzmek istiyor. Herkes genç kızları düzmek istiyor!”

Fakat anlaşılan İsviçre hükümeti bunu, Polanski’yi yargılanmak üzere ABD’ye iade etmek için yeterli bulmuyor. Paçayı sıyırabilmesi için yasada boşluk buldular, ‘ulusal çıkarların’ bir faktör olabileceğini de kabul ettiler. Bir İsviçre vatandaşı olarak, şunu söyleyebileceğimi sanıyorum: İsviçre’nin geçmişte ‘ulusal çıkarları’ korumak için yaptığı pazarlıkları hepimiz hatırlarız. Suçlulara yardımcı olup buna İsviçreli gerçekçiliği demek buralarda kökü eskiye uzanan bir gelenektir.

Polanski’nin bırakılması için yürütülen kampanya, bir nesil önce alt edildiğini sandığım bir yaklaşımlar silsilesini tekrar devreye sokuyor. Oyuncu Whoopi Goldberg, bunun ‘bildik bir tecavüz’ olmadığını söylüyor. Bazıları iğrenç bir tavırla, kızın bakire olmadığını ima ediyor.

13 yaşındaki bir kız daha önce taciz edilmişse, müstakbel tecavüzcüler için meşru hedef değil midir? Kampanyanın başını çeken Fransız filozof Bernard Henri-Levi, ‘Büyük Sanat’ tehlikeye girdiğinde, bir çocuğun biraz cinsel istismara maruz kalmasının kendisi için sorun olmadığını söylüyor. Şöyle yazıyor: “Polanski’nin yaptığından iğreniyor muyum? Onun davranışı beni ilgilendirmiyor. Benim derdim filmleri. Piyanist’i ve Rosemary‘nin Bebeği’ni seviyorum.”

Tekrarlamaya değer: Bu kampanyanın başında, bir çocuğa uyuşturucu verip tecavüz etmenin, Mia Farrow’u hamile bırakan ‘Şeytan’la ilgili bir filme kıyasla ‘kendisini ilgilendirmediğini’ söyleyen bir adam var. Romancı Robert Harris, “Bu muamele korkunç” diyor. Harris çocuk tecavüzünden değil, çocuk tecavüzünü cezalandırma çabasından söz ediyor. Polanski’nin ‘lince’ tabi tutulduğunu savunuyor. Bu linççi güruh nerede? Benim bütün görebildiğim, sabırla yasaların uygulanması ve Polanski’nin adil, açık bir mahkemede yargılanması gerektiğini söyleyen insanlar. Bu lincin tam zıttıdır: Bu ölçülü adalettir. Polanski’yi savunanlar ne söylediklerini anlıyor mu? Harris’in dört çocuğu var. Yarın öbür gün büyük bir yönetmen onlara uyuşturucu verip tecavüz ederse polisi arayacak mı, ya da bunu yapmanın ‘mide bulandırıcı’ olduğunu söyleyecek mi? Çocuklarını korumaya çalışan polise ve savcıların ‘linççi bir güruh’ olduğunu mu savunacak? Tecavüzcü kaçarsa, 30 yıllık firarın ardından serbest bırakılması gerektiğini mi söyleyecek?

Kampanya başarılı oldu. Yani Whoopi, Bernard ve Robert’e tebrikler: Pişmanlık duymayıp övünen bir çocuk tecavüzcüsü kısmen sizin sayenizde hesap vermeyecek. Zafer partisinde iyi eğlenin. Fakat belki kızlarınızı partiye götürmeyip evde bırakmak istersiniz.